Hayri ağabeyin dertlerini bildi de tedavinin süresini bilemedi. Bir hafta değil, tam dört hafta yattı. Her ziyaretimde daha zayıflamış, daha üzüntülü buluyordum onu. İlk günlerde ihtiyar annesi yalnız kaldı diye üzülüyordu. Sonraları hasta olan böbrek neden tedavi olmuyor diye hayıflanmaya başladı. Derken arılara hizmet işi çıktı ortaya. Mart ayının yaklaşmasıyla havalar yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı. Arılar aktifleşecek, onlara hizmet etmeye başlamak gerekecekti. İlk muayene, ilkbahar beslemesi, gümeç vermek… Son gitmemde yine arılardan konuştuk.
“Sen sakin ol ağabey,” dedim. “Sakin ol, tedavinin başarılı olabilmesi için doktorlara yardımcı ol. Eve dönünce kovanlıkta sana her gün yardım edeceğim. Hafta içi her gün öğleden sonra, hafta sonu bütün gün emrine amade olacağım.”
“Her şeyi beceremesen de… Bazı işleri elbette ki yapabilirsin. Ama bir düzelsem de eve toplansam…”
Bir hafta sonra hastaneden taburcu edilirken doktor dış kapıya kadar uğurladı onu:
“Anlaştığımız gibi,” diye tekrar tekrar tembihledi.
“Kendini koruyorsun. Olur olmaz yemeğe saldırma. Hele tuzlu olanlardan kaçın. Evde ufak tefek işleri hallet ve üç gün sonra Hisar ılıcalarını boyla. Altı ay sonra bir daha. Anlaştık değil mi?”
“Evet.”
“Arılar için üzüp durma kendini. Bakıyorum da öğretmenden daha iyi Yardımcı bulamayacaksın.”
Öyle de yaptı. Doktorun dediği zamanda Hisara attı kendini. Yirmi gün sonra dönmesini beklerken mektubunu aldım. Biraz daha kalması gerektiğini yazıyordu. Kovanlığı gözetmemi, annesini sakinleştirmemi rica ediyordu. Beş gün sonra ikinci mektubu geldi. Arıları şerbetlemek gerektiğini ve bu işi nasıl halledebileceğimi izah ediyordu. Dileğini memnuniyetle yerine getirdim. Üçüncü mektubu bayağı telaşlıydı. Böbreği tedavi olmamış ve ameliyat gerekiyormuş. Orada en az daha bir ay kalacakmış. Ama bunları annesine de, başka kimselere de bildirmememi tembihliyordu. ‘Görünen o ki, arılar daha uzun zaman senin üstüne yük olacak,’ diye yazıyordu en sonunda. Ayrı bir kâğıda sonradan ilave etmişti:
“Başkasına güvenim yok. Arıların ilkbahar muayenesini yap. Yanına yardımcı sakın alma. Kovanlıkta senden başka kimsenin işi yok. On bir numara bayağı hırçın. Hem de biraz zayıf. Ona bakmasan da olur. Döndüğümde ben kendim muayene ederim.”
Vazifeyi icra etmekte bayağı zorluk çektim desem yalan olmaz. Bir taraftan acemilik, diğer taraftan neyin nerede olduğunu bilmemek. Tekrar tekrar okudum bu hususta kitapta yazılı olanları ve bir hafta içinde bütün kovanları muayene edebildim. Hatta hangisini ne durumda buldum, hangisine çerçeve verdim ve genişlettim, hangisinden aldım ve daralttım, bildiğim kadarıyla bir deftere kaydettim. Hayri ağabey geldiğinde durumla tanışsın, yakın zamanda gelemezse ileride yapacağım muamelelere kolaylık olsun.
Son kovanı da kapadıktan sonra oturdum ve uzun uzun dinlendim. Büyük bir memnuniyet duygusu vardı içimde. Hayri ağabeyin verdiği vazifeyi başarıyla yerine getirebilmiştim. Başladığımda ben bu işi başaramam diye geçiyordu aklımdan. Hatta neden, üzerime aldım diye pişmanlık bile duymaya başlamıştım ama şimdi her şey bitince iyice cesaretim gelmişti.
Son kovanı kapayalı yarım saatten fazla bir zaman geçmişti artık. Yorgunluğumu giderir gibi olmuştum. Hayri ağabeyin hırçın dediği arıyı da muayene etmeye karar aldım. Daha büyük dikkatle çalışırım. Eğer telaşlanıp bana saldırmaya başlarsa muayeneyi yarıda bırakıp kaparım.
Öyle de yaptım. Bir-iki defa duman verip sakinleşmesini bekledim. Sonra da dikkatle açtım. Hakikaten de zayıf. Yalnız beş gümeci vardı. Ama arısı çoğalmış, genişletmek istiyordu. Bu yüzden bir çerçeve daha ilave etmem gerekiyordu. Boş kalan yerine büyücek bir yastık konmuştu. Onu oradan dikkatle çıkardım. Baktım, altında daha başka bir şey var. Onu da çıkardım. Küçük bir yolcu çantası. Boş değildi. Açtım. Birkaç dosya yatıyordu içinde. Birincisine baktım: “İnsanın doğal hakları” diye yazıyordu. İkinci dosya: “Çocukların terbiyesinde ana dilinin rolü.” Üçüncü dosya: “Progresif Türk edebiyatı ve onun Bulgaristan’ da Türkçe yazan yaratıcılara olan tesiri”. Dördüncü: “Demokrasi, sosyalizm ve totaliterizm”. İki de kalın kaplı defter vardı çanta içinde. Birinin kaplan mavi renkte, diğerinin kara. “Not defteri” diye yazılı ikisinin de üzerinde.
Her şeyi yerli yerine koyup kovanı kapadım. Hayri ağabeyin bütün sırları bu kovanın içindeydi yani! Hırslandım kendi kendime. O, insan gibi on bir numarayı açmamamı yazmıştı. Ne işim vardı orada? Neme lazımdı on bir numarayı açmak? İstemeden ve razılığı olmadan onun sırlarına dokunmuştum. Büyük bir kabahat işlemiştim. Eve toplandım. Şimdi ona ne diyecektim? On bir numarayı açmadım desem yalan söylemiş olacağım. Açtım, dosyaları gördüm desem nasıl karşılayacak bu haberi? Gördüm fakat okumadım desem inanacak mı? Gücenmeyecek mi bana? Kızmayacak mı? Henüz başlamış olan arkadaşlığımız sona ermeyecek mi? Sona erecek elbet. Hem de benim yüzümden. İnanmamakta da, gücenmekte de, kızmakta da haklı olacak. Bir de “Senden bu cüretkarlığı beklemezdim,” derse? Rezaletten yer ayrılsın yere batayım.
Bütün gece döndüm durdum yatak içinde, bir türlü uyuyamadım. Hem neden açtım diye hırslanıyordum hem de çok ilginç dokümanlara değindim, birkaç aydır Hayri ağabey hakkında önüme çıkan sorunların cevabı orada, on bir numara kovanda bulunuyor, bir gün onların münderecatını öğrenebilecek miyim diye soruyordum kendi kendime. Ne şekilde hareket etmeliydim? Hep bu soru kurcaladı durdu kafamı. O gece ve ondan sonra da ta Hayri ağabey sanatoryumdan dönünceye kadar devam edecekti.
On beş gün geçmiş geçmemişti ki, postacı “Mektubun var!” diye haykırdı.
“Mektup mu? Kimden?”
Cevap vermeden zarfı uzattı. Aldım. Gönderen kim diye baktım. Zarfın üstünde yazmıyordu. ‘Esrarengiz şey,’ diye mırıldandım ve açtım:
“Sayın meslektaşım, Hafta sonunda yanıma kadar gelsen de bir görüşsek çok memnun kalırım. Yanıma geleceğini anneme bildirme. Hatta bu mektubu aldığını bile.
Pazartesi, saat 23.00 Hayri”
Hakikaten de esrarengiz bir şey. Harfler pek o kadar düzgün değil. Yazmayı yakında öğrenmiş bir öğrencinin kilere benziyor daha fazla. Zarf esrarengiz, içindeki yazı esrarengiz, yazıldığı saat esrarengiz… Bugün Perşembe, yarın Cuma. Yarın öğleden sonra yola çıkmam lazım. Yarın akşam Filibe’de kalır ve Cumartesi sabahı Hisar’a devam ederim. Öyle de yaptım. Gittiğimde Hayri ağabeyi daha da zayıflamış buldum. Artık tedavi olmuştur, eve dönme günü yakındır derken durumu kötüleşmiş olduğu daha ilk bakışta belliydi. Biraz cesaret verebilmek için coşkulu bir sesle selamladım onu ve:
“Hayri ağabey, yeter yattığın. Arılar her gün seni soruyor, seni bekliyorlar.” dedim.
“Arılar beni unutacak… Bizim işler oraya gidiyor artık,” diye cevap verdi hayli kısık bir sesle.
“Öyle konuşma Hayri ağabey. Yakında doktorlar ayağa kaldırır seni. Daha uzun zaman arılarla uğraşırsın, kestaneli kovanlıkta çok daha iyi günler geçirirsin.”
“Otur. Otur ve anlat, ne var ne yok köyde?”
“İyilik. Herkes işiyle. Tütün ekmeye başladılar başlayacaklar. Üç gün önce anneni gördüm. Tarladan dönüyordu. Traktörcünün birine sürdürmüş de iyi olmuş mu diye görmeye gitmiş. Seni sordum. On gün önce mektubunu aldığını söyledi. Biraz daha kalacağını yazmışsın. Sakinleştirmeye çalıştım onu… Anlan muayene ettim. Hangisinin durumu nasıl diye işte