Yakup İsmail

Kestaneler Altında


Скачать книгу

ve anlatacaklarımı kimseye söyleme. Anneme de. Üzülmesin. Son dakikama kadar bilmesin… Otomobille gelecek hafta annemi buraya getirebilecek misin?”

      “Evet, getiririm. Bugün de getirebilirdim.”

      “…İlkin seninle baş başa görüşmek, konuşmak istiyordum. Annem yanımızdayken her şeyi söyleyemezdim sana. Gelecek hafta sen teklif et ona. Ben Hisar’a gideceğim, Hayri’yi görmek istiyorum. Seni de götüreyim, dersin. Bugün yanıma geldiğini sakın anma. Gücenir. Gelecek hafta onunla geldiğinizde ilk kez görüşüyoruz gibi tut kendini. Böbreklerim emniyet dairelerinde sürüklenirken mahvoldu. Doktorlar böyle hasta böbreklerle bugüne kadar nasıl dayanabilmişim diye şaşıp duruyorlar. Veremi de o zamanlarda edindim. Arılara bu yıl sen kaygı göster. Sonra… Sonrasını annem bilir. İcap ederse… anlaşırsınız. Şimdi arıların durumunu kaydettiğin deftere bir göz atayım. On bir numarayı da muayene ettin mi?”

      “Evet…”

      “İhtarda bulunmama rağmen onu da açacağını tahmin ediyordum. Neden ‘solak’ olduğunu anladın yani… Orada gizlediğim şeyleri topla. Sende… dursunlar. Başkalarının eline geçmemelerine dikkat etmeni rica edeceğim…”

      “Yani…”

      “Tabii ki, okuyabilirsin. Onlar artık senin… Bir Semra benim yüzümden helak oldu. İkincisine baş ağrısı yaratmak istemedim. Gün gelir de karşılaşırsanız anlat ona her şeyi ve af dilediğimi söyle.”

      Gözleri nemlenmişti. Tam son sözlerinden hiçbir şey anlamadığımı söyleyecektim ki, elini kaldırdı hiçbir şey sorma der gibi.

      Öğle oluyordu artık. Bir hemşire yemek arabasıyla içeri girdi. Bana dönerek konuştu:

      “Gidip biraz gezinseniz iyi olur. Hastayı öğle yemeğine hazırlamam gerekiyor… Büyük bir mütehassıs geldi, az sonra Hayri ağabeyi de muayene edecek. Bir-bir buçuk saat sonra sohbetinize yine devam edersiniz.”

      “Tamam,” dedim ve çıktım.

      Döndüğümde Hayri ağabeyi biraz daha yorgun ama biraz daha sakinleşmiş buldum.

      “Mütehassıs doktor iyice yordu beni. Uzun uzun muayene etti. Nefes al, alma, sağa dön, şimdi sol tarafına, öksür… Yepyeni bir terapi tatbik edeceklerini ve beni ayağa kaldırabilmek için yeni baştan çaba harcayacaklarını söyledi.”

      Akşam saatlerine kadar konuştuk. İkimiz de ayrılmaya acele etmiyorduk. Arada sırada “Yoruldun Hayri ağabey, azıcık uyusan da dinlensen” diye teklif ettiğimde:

      “Yorulmadım, aksine, sen bugün dinlendirdin beni. Seninle konuştukça az daha rahatlıyorum. Uykuya gelince ileride uyumak için çok zamanım olacak, sonsuz uykuya daldım mı…” diye cevap veriyordu.

      Nihayet kalktım. Vedalaşmak için ellerini ellerime aldım. Sıktım. O da sıkmaya, ellerimi salmamaya çalışıyordu ama takati bir türlü yetmiyordu.

      Filibe’ye giden son otobüsü son dakikada yakalayabildim. Oradan da bizim tarafa, Rodoplara gideni. Yolculuğum boyunca her ne kadar da uğraşsam, Hayri ağabeyi gözlerimin önünden silemiyordum. Hakikaten de tedavi olamayacak mıydı? Doktorlar hakikaten de derdine derman bulamayacaklar mıydı?

      Ertesi gün annesinden, geçenlerde kovanın birini iyice muayene edememiştim, gidip bugün o işi de bitireyim diyerek kovanlığın anahtarını aldım. Belki beş, belki on defa Hisar’a gittiğimi söylemek geçti aklımdan. Her defasında da dilimin ucundayken yuttum sözlerimi. Hayri ağabeye verdiğim sözü tutmaya mecburdum. Mecburdum!

      On bir numarayı açtım, orada gizli olan şeyleri topladım, gerekeni yapıp yine örttüm. Fakat bu iş bu defa hiç de o kadar kolay olmadı. On bir numara hakikaten de adı üstünde solak mıydı, ben mi bu defa dikkatsizlik ettim, yoksa bunca zaman koruduğu sırların açıklanmasına müsaade etmek mi istemiyordu, bilmiyordum. Lakin en az beş an ellerimi ve yüzümü iğnelemeyi başardı.

      Akşam yemeğini yer yemez yaşadığım odaya kapanarak çantanın içindekileri çıkardım ve hepsini birer birer ve dikkatle gözden geçirmeye başladım.

      Birinci ve ikinci makale ikişer nüsha hazırlanmıştı. Birincileri karalamaydı. İkincileri temize çıkarılmış. Uzun-caydılar. Gazetede neşretmek için mi, yoksa dinleyiciler önünde okumak için mi hazırlanmışlar, anlayamadım. Üçüncü dosyada yalnız bir yaprak vardı ve konuyu işlerken değinilecek olan noktalar ve istifade edilecek olan kaynaklar itina ile kaydedilmişti.

      Defterleri elime aldım. Kara kaplı olanı yazmaya 1985 yılının Mart ayında başlanmıştı. Mavi kaplıya baktım: İlk yaprağında 05 Ağustos 1980 tarihi yazılıydı. İlkin onu okumaya karar verdim ve derhal de başladım.

      MAVİ KAPLI NOT DEFTERİ

05.08.1980

      Bir hayli zamandan beri başımdan geçen sevinçli veyahut üzüntülü hadiseleri bir deftere kaydetmek istiyordum. Fakat bugüne kadar bir türlü başlayamamıştım. Daha lisede öğrenci olduğum yıllarda bazı okul arkadaşlarımın böyle defterleri vardı ve onlara çeşitli kayıtlar yapıyorlardı. Okudukları romanlar, seyrettikleri filmler, beğendikleri şiirlerden mısralar, önemli isimlerin hayat ve aşk üzerine söyledikleri özlü sözler… Kim ne zaman âşık olmuş, hangi kıza, tanıdıklarının adresleri, doğum tarihleri. Kırkambar gibi bir şey işte.

      İlk yıllarda böyle bir defter tutmayı gevezelik diye düşünüyordum ve diğer arkadaşlarımla alay ediyordum. Ama şimdi pişmanım. Çünkü bazı okul arkadaşlarımın izini kaybettim. Her öğrenci gibi benim de şiir denemeleri yaptığım oldu. Hatta iki tanesi gazete sayfalarında yer buldu. Bu anda ne gazeteler meydanda ne yine şiirler. Gazetelerin tarihini de hatırlamıyorum, sayısını da. Lisenin son yılıydı, yirmi öğrenciden ibaret bir grup tarih öğretmeniyle birlikte seyahate çıktık. O zaman gördüğüm bazı şeyleri bir deftere kaydetmiştim. Ne o defteri korudum ne de o zaman çektiğimiz resimleri. Bugün en nihayet karar aldım ve bu deftere notlarımı yazmaya başlıyorum. Adım Hayri Aliyef Hayriyef. Yani dedemin adını taşıyorum. Annemin adı Fatma. Köyde kadınların hemen hemen yarısı ya Ayşe, ya Fatma’dır. Ablam benden yedi yaş daha büyük. Adı Ayşe, yani anneannemin adı. Gelenek işte. Benden üç yaş küçük olan kardeşimin adı Mehmet. Bu isimli olanlar da az değil köyde. Ablam ben ilkokula giderken ortaokulu bitirdi ve bir yıl geçer geçmez uzak bir köye gelin gitti. Evindekiler tütün işlemekle geçiniyor. Zeki bir öğrenci olmasına rağmen ablam tahsiline devam edemedi. O zamanlarda kız çocukları köyden uzak okullara pek pek gönderilmiyorlardı. Kardeşim ortayı şimdi bitirdi. Becerikli elleri var. Bütün gün elinde bıçkı ve keser, ille bir şeyler yapıyor, bir şeyler bozuyor. Kuruculukta çalışacağım diye tekrarlıyor her gün. “Bana daha fazla tahsil lazım değil.” diyor. Her yerde fabrika, yol, konut kuruluyor. Şimdi bile eline gazete veya kitap alsa yarım saat sonra gözleri kapanıyor. İnsan bütün gün kalem elinde, kitap defter üzerine bükülüp durabilir mi, diye alay ediyor benimle. Onun işi…

      Annem ve babam tütüncü ailelerde doğmuşlar ve evlendiklerinden beri ziraat kooperatifinde tütün işlemekle geçiniyorlar. Babamın en büyük merakı arılar. Evimizin iki yüz metre ötesinde bir dekardan fazla bir yemiş bahçemiz var. Sekiz yıl öncesi yemiş ağaçlarının arasına yirmi kovan yerleştirdi. Bahçenin alt köşesine güzel bir gölgelik kondurdu ve onun iki tarafına iki kestane fidanı dikti. Güzel birer ağaç oldular. Gölgelik onların altında kaldı. Babam şimdi her serbest vaktini kestanelerin altındaki gölgelikte geçiriyor.

      Ben 1959 doğumluyum. İlkokulu ve ortayı köyde bitirdim. Dört yıl boyunca belediye merkezindeki liseye devam ettim.

      Alfabeyi öğrendikten sonra elime her geçen kâğıt parçasında yazılı olanı hecelemeye çalışıyordum. Her okuyabildiğim söz beni heyecanlandırıyor, okumak için daha