Yakup İsmail

Kestaneler Altında


Скачать книгу

yemekleri getirdi ve kısa bir zaman için de olsa masaya sessizlik çöktü. Yemekler biter bitmez postacı durur mu yine konuşmaya başladı:

      “On dakika sonra kalkmam gerekiyor. Her gün devlet radyosundan verilen öğle haberlerini hoparlör vasıtasıyla halka iletmekle vazifeliyim. Nasıl, çok iyi duyuluyor değil mi? İnsanların kulaklarını doldura doldura anlatıyor anlatan. Hem radyosu olmayan dinlesin hem de saati doğru gitmeyen on ikide saatini ayarlasın devlet saatine göre. Ama öyle değil mi?”

      “Öyle,” dedim ister istemez.

      Az sonra kalktı, gitti. Hoparlör de sustu. Ben de rahatladım. “Oh be, dünya varmış.” dedim. Derin derin nefes aldım. Bir süre sonra garsona gelmesi için elimle işaret ettim. Hesabı öderken:

      “Kim bu Sessiz Ali? diye sordum. Dudak büktü:

      “Adı üstünde sessizin biri. Enayi desem enayi değil; çok okumaktan aklına bir şey olmuş desem, o da yalan. Başkalarının dediği kadar boş kafalı değil bence. İnsanların bilmediği, anlamadığı bir derdi var belki. Köyümüzde kaldıkça bir şeyler görür, duyar ve öğrenirsiniz işte.”

      “Yemekten önce bira yerine kahve içeceğimi söylediğimde şaşırdınız gibime geldi.”

      “Bizim köyde kahve sade sabahları içilir. Başka saatlerde…” “Yalnız Sessiz Ali içer değil mi?”

      “Evet,” dedi garson yine o şaşkın bakışlarıyla ve usulcacık uzaklaştı oturduğum masanın yanından. Ben de bir defa da olsa yabancı bir kimsenin düşüncelerini okuyabilmiştim!

      Bu köye gelişimin dördüncü yahut beşinci günüydü. Yine lokantanın taraçasına oturmuş, öğle kahvesini içiyordum. Bugün altı saat dersim vardı ve okuldan biraz daha geç çıkmıştım. Otobüs artık kente varmış, postacı çoktan iş yerine dönmüştü. Şimdiye kadar köy içinde karşılaşmadığım, otuz beş kırk yaşlarında biri geldi ve taraçanın en uzak köşesindeki masaya oturdu. Garson hemencecik kahve dolu fincanı yetiştirdi önüne. Büfeye doğru uzaklaşırken göz attı bana sanki yeni geleni gösterir gibi. Anlayamadım ne demek istediğini.

      Oturduğum yerden köy içini seyre daldım yine. Evlerin çoğu yeni yapılmıştı. Sokaklar oldukça temizdi. Öyle çok fazla gezinen de yoktu.

      Kır işleri henüz bitmemiş. Kimileri son tütün yapraklarını topluyor, kimileri ise topladığını evde bir gölgeye oturmuş, dizmeye çalışıyordu. Şehirdeki fabrikalara çalışmaya gidenler de az değildi anladığıma göre.

      Arkamdaki masada kâğıt oynayanların sesi geldi kulağıma. İstemeyerek dönüp baktım. Az önce gelen adam, önüne bir gazete açmış hem sayfalarını yavaş yavaş çevirerek yazıların başlıklarını gözden geçiriyor, hem de kahvesini yudumluyordu. Gazetenin başlığı ilişti gözüme bir ara: EDEBİYAT. Yani Sessiz Ali dedikleri kişi şu an karşımda oturuyordu! Buraya geldiğimden beri adını hemen hemen her gün duyduğum şahıs. Zayıf ve biraz uzun boyluydu. Saçlarını da geri doğru taramıştı. Belli ki, elbiseleri her gün ütü, görüyor… Alnında artık birkaç kırışık belirmiş. Yüzünde sanki dargınmış gibi ne üzüntü ne de herhangi bir memnuniyet ifadesi hakimdi. Anlaşılması meçhul bir ifade işte.

      O günden sonra hemen hemen her öğle onu lokantada kahve içerken ve gazete sayfalarını karıştırırken görüyordum. Daima aynı masaya, hatta imkân dahilinde aynı sandalyeye oturuyordu. Sessizce geliyor, sessizce gidiyordu. Kimselerin masasına gitmiyor ama başkalarının onun yanına gelip oturduğu oluyordu, o da başka boş yer bulamamışlarsa. Kimseyle konuşmuyordu. En azından ben hiç duymadım. Hatta garsonla bile. Oturur oturmaz kahvesi geliyordu. İçerisi tenha ise saatlerce oturuyor, gazetesini sakin sakin okuyordu. Müşteriler kalabalık ise çabucak kalkıp gidiyordu. Kim bilir, kalabalıktan ve gürültüden mi hoşlanmıyordu, yoksa yer işgal edip de müşterilere ve lokantacıya engel olmak mı istemiyordu? Garsonu bir kez olsun beklemiyor, gereken parayı kahve fincanının yanı başına bırakıp gidiyordu.

      Artık buraya geleli iki ay olmuştu ve hemen hemen bütün köy halkını tanıyordum. Kim ne işle uğraşıyor, kim hangi sokakta, hatta hangi evde oturuyor, biliyordum. Elbette ki, öncelikle öğrencilerin hanelerini öğrenmiştim. Sonra gençlerin. Kimisiyle kahve içerken, kimisiyle futbol alanında, kimisiyle gençler kulübünde kitap ve dergi karıştırırken yahut yine satranç oynarken tanışmıştık ve en nihayet tanımadığım kimse kalmamıştı köy içinde. Yalnız işte şu Sessiz Ali dedikleri beyefendiyle senli benli değildik hala. Köy yerinde herkes herkesi tanıdığı için kimse kimsenin yanından selam vermeden geçmiyordu. Bu kaide icabı ve evvelki alışkanlık üzere ve daha küçük gibi Ali ağabeyle karşılaştığımda ona daima selam veriyordum. İlk zamanlarda cevap veriyor muydu, vermiyor muydu, pek fark edemiyordum. Ama sonra sonra sesini hafif de olsa duymaya başlamıştım.

      En nihayet bir gün lokantada onu yalnız yakaladım. Artık havalar soğumuş, müşteriler o kadar çok tercih ettikleri taraçayı terk etmişlerdi. Ali ağabey yine yapayalnız oturuyordu. Önünde gazete, yanı başında kahve fincanı. Taze getirilmiş herhalde ki, dumanı üstünde tütüyordu.

      “Merhaba Ali ağabey,” dedim ve oturabilir miyim diye sorar gibi baktım. Onun masasına oturmaya iyice kararlı olduğumu, benden kurtulamayacağını anlamışçasına baktı ve karşısındaki boş sandalyeyi eliyle işaret etti, “Buyur, otur” der gibi.

      Oturdum. Garsonun getirdiği kahveden bir yudum aldım. Sonra pencereden dışarı bakarak:

      “Havalar soğudu. Çok gitmez bu yel, bu bulutlar, güz yağmurlarını getirir artık.” dedim. “Evet, zamanı artık,” diye cevap verdi alçak ve sakin ses tonuyla.

      “Zamanı. Kasım çoktan geldi geçti.” dedim. Sonra ikimiz de sustuk. Hem de uzunca bir zaman. Kahvelerden birer ikişer yudum aldık. Susmayı daha fazla devam ettirmemek için sordum:

      “Hangi gazeteyi gözden geçiriyorsun?”

      Gafil avlanmışçasına bir ifade kapladı yüzünü. Hatta kızarır gibi oldu. Gazetenin bir tarafını hafifçe kaldırdı, “İşte bak, gör” der gibi. Gördüm ben de. “Edebiyat” gazetesi.

      “Enteresan bir şey var mı?”

      Cevap yok. Yalnız dudaklarını büktü “Kim bilir?” der gibi. O sustu, ben de aynı. Ne o, ne de ben konuşacak bir konu bulamıyorduk. “İç kahveni, sorup durma.” dedim kendi kendime ve pencereden dışarısını seyre daldım. Artık kalkmaya niyetlenmiştim ki o, benden acele davrandı. Gazeteyi dörde katlayıp cebine soktu, kalktı ve kapıya doğru gitti. Ardından garson elinde iki bira şişesiyle geldi. “Benden mi kaçtı?” diye sordum.

      “Bilir miyim senden mi, benden mi?” diye cevap verdi garson omuzlarını silkerek ve ekledi: “Bayağı konuştunuz. Birer bira içeriz değil mi?”

      “Olur.” dedim.

      Gülümsedi cevabımı duyunca.

      “Sessiz Ali gibi kahveden başka hiçbir şey içmeyi bilmiyorsunuz sanmıştım.”

      “Ama yine de bira teklifinde bulundunuz.” “Napayım gelen giden yok, canım sıkıldı.” “Aç biraları. Hem içer hem konuşuruz.”

      Konuştuk hakikaten de. Anladım ki, gencinin de yaşlısının da dilinde Sessiz Ali. Sessiz Ali demek suskun kişi demek, kahveden başka bir şey içmeyen demek. Okuyacak başka gazete bulamayıp da “Edebiyat” ı okuyan demek. Lokantada ayrı masaya oturan demek… Adamın her tutumu alayla karşılanıyordu bu köyde. Ama neden suskun duruyor, neden her karşıladığı kimseye sadece baş eğmekle selam veriyor? Neden kalabalığa karışmıyor? Bunları soran yok. Hakikaten de neden acaba? Köy burası, hem de ne kadar küçük. Herkes herkesle senli benli. Aralarında kavga edenler bir, iki, bilemedim üç gün kin tutuyorlar, dördüncü gün