Hüseyin Yıldırım

Kartal Pençesinde Bir Güzel


Скачать книгу

dönemler dünyadaki en büyük, en güçlü devleti teşkil ettiren ve bu devleti kuvvetli kollarının altında sıkı sıkıya muhafaza eden Sultan Mahmut da, bazen fani dünyanın gelip geçici olduğuna dair düşüncelere dalıp giderdi ve bu anlarda da niçin oğlu Mesut’a baktığının kendi bile farkında olmazdı. Mesut! Nasreddin El Mesut! Gelecekteki Sultan Mesut! Ufkun öte tarafından yükselip gelen Selçuk gücünün önünde, er geç oğlu Mesut’un durabileceğini yüreği hissetmiş gibi Sultan Mahmut Gazneli, Mesut’u herkesten güçlü, herkesten çevik, herkesten cesur, herkesten zeki bir yiğit olarak yetiştirmek için tecrübesini de malını mülkünü de sarf etmekten kaçınmıyordu.

***

      Sultan Mahmut’un çabaları hedefine ulaştı. Mesut birçok açıdan babasının yerini aldı. Ancak “Oğul babadan bir parça eksiktir.” sözü de boş yere söylenmemiş. Babasının ileri görüşlülüğü, önsezisi, kurnazlığı gibi en önemli vasıfları Mesut’a aksetmedi. Mesut, babasının başına buyruk davranan bu Selçuk Türkmenlerini niçin kendisine yakın tutmaya çalıştığını önceleri de anlamamıştı, sonra da anlamadı. Onları ‘tatlı sözlerle değil; kaba güçle, kılıçla yenmek gerekir’ fikri onda önce de vardı, sonra da hiç değişmedi. Babasından miras kalan muazzam güç kendi eline geçtikten sonra Mesut, daha da rahat davranmaya başladı. Bu sebeple de, Muhammet Tuğrul ve Davut Çağrı’nın elçileri, yerleşmek için kendi ata yurtlarından bir parça toprak istediklerini belirten mektubu getirip huzuruna vardıklarında Sultan Mesut alaylı alaylı gülümseyerek “Çıkın!” manasında elini sallayıp kapıyı gösterdi.

      Bu alaycı gülüşün sonunun nasıl bir acı ve gözyaşlarıyla biteceğini o vakit Sultan Mesut nereden bilsin ki!

      İşte şuan Sultan, bu Selçuk Türkmenleriyle uçsuz bucaksız çölün ortasında, Dandanakan ovasında karşı karşıya durmakta. Bakalım neler olacak!

      O an Sultan Mesut’ta güç kuvvet ne kadar istersen vardı. Dünyanın tam yarısı onun ağzından çıkacak tek bir sözünü bekleyip “Hazırız!” demekteydi. Ancak ne kadar güçlü olursan, kendi gücünden ve bu gücün sarhoş edici kudretinden de bir o kadar çekinmelisin.

      Sultan Mesut babasının “Asla yapma, asla yapma, asla yapma!” diye tembihlediği vasiyetlerden birini çoktan bozmuştu. Kendini içkiye verdi. Onun bu hastalığı yavaş yavaş alt rütbedeki komutanlara da orduya da sirayet etti.

      İşte bugün de sarhoşluğunun tesiri geçip ayıldığı vakit Sultan Mesut; şimdiye kadar savaşın keyfinden başka zevküsefa bilmeyen ayık, seçkin, boz yiğitlerle -Selçuk Beyleriyle- yüz yüze, karşı karşıya olduğunu anladı. Hem de onlar Sultan Mesut’un en korktuğu yerde, yaman çölün ortasında, yolunu kestiler. Sultan Mesut’un gücü onlarınkinden on kat fazla olsa da, burada -bu sahrada- çöl kurtlarının her birinin on kişiye, yüz kişiye denk olduğunu Sultan çok iyi biliyordu.

***

      Dünyayı titretip feleğin çarkını tersine döndürecek olan müthiş kapışmanın -Dandanakan Muharebesinin-başlamasına sayılı dakikalar kalmıştı.

      Tuğrul Bey ile Çağrı Alp bu varoluş savaşının, bu istiklal mücadelesinin hemen öncesinde, hem kendi yiğitlerini görmek hem de onlara görünmek için meydana çıktılar.

      Tuğrul Bey, Çağrı Alp’ten iki üç yaş küçük olmasına rağmen, Tuğrul Bey daha iri ve daha ağırbaşlı olduğundan mıdır nedense bilinmez, karşıdan bakıldığında büyük olan Çağrı Alp değil de Tuğrul Bey gibi görünüyordu. Göze ilk o çarpıyordu. Bunun haricinde Tuğrul Bey’de gözle görünmeyen bir başka artı daha var gibiydi. Bunu hissettiğinden midir yoksa kendisi çok alçakgönüllü ve nezaketli oluşundan mıdır Çağrı Alp de daima Tuğrul’u öne geçirir, ilk söz sırasını ona verirdi.

      Beylerinin geldiğini gören yiğitlerin tümü afallayıp aceleyle toparlandılar, hepsinin bakışları beylerine doğru yöneldi.

      Atları eyerleyip kuyruklarını bağladılar. Silahlar yerli yerinde, hazırdı. Yiğitlerin keyfi oldukça yüksekti. Dört bir yandan bakan kara gözlerin hepsinde bir ateş, bir arzu alevlenmekteydi. Tuğrul Bey ve Çağrı Alp’in onlardan beklentisi de tam buydu.

      Birdenbire Tuğrul Bey’in bakışları o anki içinde bulunulan vaziyetle uyuşmayan garip bir duruma ilişti. Az ötede bir yiğit eyersiz çıplak atın kâh etrafından dolanıp kâh altından o tarafa bu tarafa geçip atın vücudunu incelemekteydi. Delikanlı, atın bir sağından bir solundan geçip, orasına burasına dokununca at sanki huylanmış gibi nazlanıp, silkelenerek tepinmeye başlıyordu. Bunun üzerine yiğit, atının boynuna sarılıp, başını aşağı eğerek kulağına bir şeyler fısıldıyordu ve at ancak o zaman durup sakinleşiyordu.

      Yiğidin üzerinde iple bağlanmış, kısa, keten entari; altında, güreşe çıkacak gibi dizine kadar katlanmış pantolon; belindeki örme kuşağa asılmış, kabzalı tek bir kılıç… Tümü bu! Atında da ne eyer var ne koşum takımı.

      Tuğrul Bey atını dizginledi:

      “Ne oluyor böyle? O yiğit, durmuş durmuş da şimdi atını mı yıkayacak yoksa?” diyerek atının dizginini çekmiş tam yanı başında duran Çağrı Alp’e seslendi.

      Çağrı Alp herkesten ve her şeyden haberdardır. Önünde ilerleyip giden koca ordunun içinde hangi yiğidin ne derdi olduğunu da bilirdi.

      Çağrı Alp gülümseyip nedense “O” demeyip “Onlar” diyerek söze başladı:

      “ ‘Bir kaftanlı, iki çıplak’ dedikleri işte bunlardır!”

      Tuğrul Bey’in şaşkın şaşkın bakmasına cevap olarak Çağrı Alp söze tekrar açıklık getirdi:

      “Kaftanlı ya da entarili dedikleri yiğidin kendisidir; iki çıplak dedikleri de atı ile kılıcıdır. Böyle savaşıyorlar!”

      Bu özel ve gurur verici açıklamayı işiten Tuğrul Bey’in güneş ve rüzgârla örselenmiş sert yüzünde sıcak bir gülümseme belirdi ve bu gülümseme eşliğinde başını salladı:

      “Vay be… Hadi, çağırın o… onları!”

      Seyislerden biri hemen atını kamçıladı.

      Tuğrul Bey, seyisin o yiğidin yanına varıp ona bir şeyler söylediğini görse de, bu yiğidin atına nasıl atladığını ve ne ara huzuruna geldiğini anlamadı bile. Seyis daha atının başını geriye döndürmeden o yiğit çoktan gelmiş Tuğrul Bey’in karşısında duruyordu. Gelir gelmez atından sıçrayıp indi ve saygıyla selam verdi. Eyersiz ve dizginsiz olan bu atı, böyle istediği zaman nasıl durdurabildiğine hiç anlam veremeyen Tuğrul Bey, yine yan tarafındaki Çağrı Alp’in yüzüne bakarak şaşkınlıkla gözünü kaşını oynattı. Çağrı Alp hiçbir şey konuşmadan “İşte, gördün mü?” der gibi yere bakarak gülümsüyordu.

      Bunun üzerine Tuğrul Bey “Hım-m!” deyip o yiğide:

      “Adın nedir, genç yiğit?” dedi. Yiğit:

      “Agöyli derler!” diyerek kısa ve öz bir cevap verdi.

      “Demek… Agöyli imiş…” diyerek Tuğrul Bey tekrar Çağrı Alp’in yüzüne baktı.

      Çağrı Alp’in başka bir karakter yapısı daha vardı. Kendisine kim ne sorarsa sorsun, her hâlükârda bildiği şeye acele etmeden kısa ve anlaşılır cevap verirdi. Fakat kendisine sorulmazsa hiçbir söze karışmazdı. Bu yüzden de kendisine soru yöneltildiği için o an kardeşine “Sen bilirsin!” demeden net cevap verdi:

      “Sultan Mahmut, bu tür yiğitleri sınırlarına muhafız olarak koyardı. Onlara belli bir müddete kadar evlenip aile kurmak, yurt tutmak yasaktı. Sadece