Hüseyin Yıldırım

Kartal Pençesinde Bir Güzel


Скачать книгу

başka hiçbir şey lazım değil!” deyip Agöyli, bir eliyle belindeki kılıcını tutarken diğer elini de atın yelesine götürdü. “Bize bu yeter, beyim!”

      “Pekâlâ! Yeterse tamam…” diyerek Tuğrul Bey de onun konuştuğu gibi kısa ve öz konuştu; sonra da Agöyli’nin atının balık sırtı gibi parlayan gövdesine ve sağrısına baktı:

      “Atına yağ falan mı sürdün?”

      “Aa, hayır beyim… Yağ sürülmeden bile bunun üzerinde zor oturuyorum!” diyerek Agöyli çocuksu gülümsemesini takındı.

      “Zor oturman buysa!” diyerek onun daha az evvelki fırlayıp gelişini anımsayan Tuğrul Bey de kendi kendine gülümsedi ve tekrar Agöyli’nin atına doğru işaret etti:

      “Bakımını sütle, yoğurtla yapıyorsun sanırım!”

      Agöyli başını salladı ve yakınmaya başladı:

      “Ah, beyim, aslında ben bunu eyere, koşun takımına boyun eğdiremedim… Tay iken de kendim eyer vurmak istemedim. Artık sırtına eyer değse mecali kalmayıp da yere yıkılıncaya değin tepinip zıplıyor. Gem vursam da faydası yok, dudağı yırtılıncaya dek yuları çekiyor, asla itaat etmiyor… Ama eyer, yular falan takmaya kalkmayıp da özgür bırakırsan, ne istersen yapıyor. Ne diyeceğimi ayağımdan mı anlıyor nedir bilemem… Ben de artık mecburen onun istediği gibi yapıyorum.”

      “O hâlde, sen atını değil de atın seni eğitmiş desene!”

      “Evet, öyle oldu…” diyerek Agöyli yine az evvelki çocuksu gülüşünü sergiledi.

      Agöyli’nin atının kulaklarını dikip, ürkerek gözlerini oynattığını gören Çağrı Bey de dayanamayıp söze karıştı:

      “Bu yüzden de ‘Alma al renkliyi!’ demiş eskiler… Al renkli at kolay kolay insana alışmaz.

      “Hay Maşallah! Pekâlâ… Atın sana hayırlı olsun kardeşim!” deyip Tuğrul Bey güldü.

      Beyin son sözüne Agöyli de keyiflenip güldü; bu esnada onun inci gibi dizilmiş dişleri bembeyaz ortaya çıkıp parıldadı.

      Bunları yan taraftan gülerek izlemekte olan Çağrı Alp içinden “Şimdi buna ‘Gül!’ desen atı da güler bunun!” diye düşündü.

      Sonra Tuğrul Bey, Çağrı Alp gibi “o” ya da “sen” diye ayırt etmeden tüm kalabalığa seslenir gibi:

      “O hâlde, haydi yiğitler davranın!” dedi.

      Tam o sırada öteden bir yiğit atını dörtnala koşturarak geldi:

      “Beyim! Pirimiz Mäne Baba özel bir ulak göndermiş. Çok acil diyor…” dedi.

      Tuğrul Bey ve Çağrı Alp hemen atlarının başını ulağın geldiği tarafa çevirdiler. O esnada Tuğrul Bey, Agöyli’ye tekrar bir şey demek istedi ve başını arkasına döndü. Baksa ki çoktan Agöyli de at da yok olmuştu. Tuğrul Bey hayret edip başını iki yana salladı ve atını topukladı.

***

      Öyle bir savaş oldu ki. At toynağının gümbürtüsünden yer sarsıldı; uğultu, inilti, toz duman birbirine karışıp gökyüzüne ulaştı. Bu çarpışmanın ne zaman başlayıp ne zaman biteceğini, kan ter içinde dört bir yana at koşturup, her bir yanda kılıç savuran askerlerin hiçbirisi, hatta ikisi de yüksek bir alandan bu savaşı izlemekte olan iki büyük rakip, Tuğrul Bey ve Sultan Mesut da biliyor gibi değildi. Bu savaşı şu an sadece Allah-u Teâlâ kendisi müdahil olup bitirebilirdi, başka da durdurabilecek bir güç yoktu.

      Allah-u Teâlâ’nın da kimin tarafında olduğunu Kudret Sahibi ancak kendisi biliyordu. Bu yüzden de kaçan da “Allah!” diyordu, kovalayan da.

      Sultan Mesut’un ordusu, Türkmen asıllı komutan Beydoğdu’nun başkumandanlığında oldukça sağlam bir nizam içinde savaşsa da, dört bir yandan kurt saldırır gibi ansızın ortaya çıkıp aniden de geri çekilen Selçuk atlılarının hücumları onları sürekli huzursuz edip bunaltıyor ve gittikçe de zayıflatıyordu. Bu kesintisiz ve düzensiz hücumlar sadece atlı ordunun değil, aynı zamanda her koşula alışık olan savaş fillerinin de aklını karıştırıp feleğini şaşırtıyordu. Sultan’ın ordusu böyle bir savaşa alışkın değildi.

      Bu keşmekeşin ve kargaşanın içinde ilginç bir durum Tuğrul Bey’in dikkatini çekti. Ta ufukta birçok atlı aniden bir yere toplanıyor ve tekrar dağılıyorlardı. O esnada da onların arasından eyersiz çıplak bir at ok gibi fırlayıp çıkıyor ve iki üç atlıyı yüzüstü devirip tekrar geri kaçıyordu. Diğer atlılar peş peşe onun ardına düşüyor, lakin bu kaçıp gitmekte olan at birden duruyor ve aniden geri dönüyordu. Tam bunun üzerine de birkaç defa ışık parıldıyor ve dörtnala gelen atlılardan en önde olan bir ikisi yere seriliyordu.

      İşte, eyersiz çıplak at yapacağını yaptı ve tekrar kaçtı. “Vay, vay, vay!” diyen Tuğrul Bey’in keskin kartal gözleri, o eyersiz çıplak atın üstünde âdeta yapışmış gibi oturan kırmızı entarili gövdeyi tanıdı. Agöyli atın üzerine kapandığından kızıl atın rengi ile Agöyli’nin kırmızı entarisinin rengi iç içe geçmişti ve uzaktan bakıldığında Agöyli ile atı yekvücut gibi görünüyordu. Tuğrul Bey kendi kendine birden:

      “Oo… ‘Bir kaftanlı, iki çıplağımız da’ savaşa girmiş ya!” diyerek sesli konuştuğunu fark etmedi.

      “Onlar tan yeri ağardığından beri savaşın içindeler!” diyerek Çağrı Alp anında cevap verdi.

      …Bu defa Agöyli’nin etrafını oldukça kalabalık kuşattılar. Atı ve kılıcıyla birlikte büyük bir girdabın içine çekilmiş gibi, kalabalığın arasında kayboldu.

      Bu vaziyeti izlemekte olan Çağrı Bey dayanamadı:

      “Ona, acaba, en azından bir yardım mı göndersek? Bunca vakittir tek başına savaşırsan, her kim olursan ol…” dedi ve sözünü tamamlamadan Tuğrul Bey’in yüzüne baktı. Tuğrul Bey de kararsız kalmış gibi bir müddet duraksayıp düşündü. Tam bu sırada, az evvelki kargaşanın ve keşmekeşin arasından o çıplak at, tereyağından kıl çeker gibi sıyrılıp çıktı.

      Tuğrul Bey “Oh be!” diyerek derin bir nefes aldı. “Sağ imiş, her ne olursa olsun… En iyisi, ona ayak bağı olmayalım şu an!” dedi.

***

      İnsanlar yoruldu, atlar bitkin düştü. Güneş de bunca vakittir yukarıdan savaşı izlemekten yorulmuş gibi, ağır gövdesini yavaşça aşağı bırakmaya başladı. Fakat sabahın erken saatlerinde başlayan Dandanakan Muharebesi henüz duracak gibi değildi.

      Yorgunluktan, susuzluktan, aldıkları yaralardan dolayı atların alt çenesi sallanmış, ağızları köpürmüş; insanların dilleri ağzında şişmeye başlamıştı.

      Bu durum Selçukluların direncini kırsa da, Sultan Mesut’un çoktan beri savaşmak için talim almamış olan askerlerine daha da ağır gelmişti. Onlarda artık ilk baştaki arzu, gayret, hiddet, tertip nizam kalmamıştı. Yüzlerinde “Aman, artık ne olacaksa olsun!” der gibi umursamazlığın, boş vermişliğin ifadesi belirmeye başladı. Bunu ilk önce Sultan Mesut fark etmeliydi; ama hayır, fark edemiyor, göremiyordu. O bekliyordu, “Padişah-ı âlem, biz yendik!” haberinin gelmesini bekliyordu. Ama bu haber ise bir türlü gelmiyordu. Sultan, sakilerin doldurduğu şaraptan ara sıra bir yudum alıp yanındaki vezirlere peş peşe “Hey, ne oluyor!” diye sorup duruyordu. Onlar ise cevap vermek yerine sadece başlarını aşağı eğiyorlardı. Mesut’un sürekli kımıldayarak oturmasından mıdır yoksa konulduğu yer ince kumlu olduğundan mıdır nedendir, kısacası, altındaki taht da olduğu yerde sabit duramayıp kâh o tarafa kâh bu tarafa eğilip bükülerek