Hüseyin Yıldırım

Kartal Pençesinde Bir Güzel


Скачать книгу

ağabeyim, ikimiz neyiz, adam değil miyiz?”

      Çağrı Alp önce biraz şaşırıp duraksadı ve sonra birden kardeşinin gülüşü gibi babasından sıcak bir söz işitmiş mert bir delikanlı edasıyla tatlı tatlı gülümsedi:

      “Gerçekten mi?”

      “İkimizin daima her şeyi gerçektir!”

      Tuğrul Bey’in çenesi tam bir şey demek için kımıldadı, sonra birdenbire kilitlenmiş gibi donup kaldı; dişleri iyice sıkıldı, kaşları çatıldı. Dünyayı yönetmesi için verilen kuvvetli kollar eğri kılıcın kınını açtı; gök gürültüsü gibi, kaplanın kükremesi gibi korkunç bir ses yankılandı:

      “Çağrı Beyim, bey abim! Sürelim Sultan’ın üzerine! Geri dönen namert olsun!”

      …“Tuğrul Bey kendisi de bizzat savaşa girdi!” haberi Sultan Mesut’a yıldırım hızıyla gelip ulaştı. Aniden tahtından kalktı ve etrafındakilere değil de âdeta Tuğrul Bey’e söylüyormuş gibi:

      “Hey, Selçuk Bey, hey çapulcu!” diye bağırdı. “Dayanamadın mı? Güçlü değilsin! Artık kendinden başka savaşacak adamın kalmamıştır! Ben biliyordum böyle olacağını…”

      Sultanın etrafındakilerin hepsi “Evet, evet!” diyerek nara attılar. Aralarından özellikle belirlenip seçilen birisi, güçlü ses tonuyla bağırarak:

      “Bizim Sultanımız yenilmezdir; o, yenilmez Sultan Mahmut Gazneli’nin oğludur!” diyerek çok içten haykırdı.

      Bu sözler, Sultan Mesut’a gençliğini, savaş talimleri aldığı zamanlarını, rüzgârlarla yarışıp, fırtına gibi eserek at üzerinde tüm hünerlerini sergileyen oğlunu “Aferin aferin!” diyerek alkışlayan hükümdar babasını hatırlattı.

      “Evet, bu tavır çapulcuların komutanının bana meydan okuma davetidir…” deyip Sultan Mesut tekrar o has kendine kinayeli kaba gülüşünü takındı ve “Sultan denince sadece yiyip içip, yüksek sesle bağırıp çağırarak dolaşan biri zannediyor olmalısın… Sultan’ın kim olduğunu bugün sana göstereceğim. Davetini kabul ediyorum, köpoğlu köpek! Senden korkan babasının dölü değildir! Gel beri!” dedi.

      Sultan “Atımı getirin, pusatlarımı getirin!” diyerek hiddetle haykırdı.

      Tuğrul Bey ile Sultan Mesut’un kılıçlarını kınından sıyırıp bizzat kendilerinin de çarpışmaya dâhil olması savaşın gidişatını birden değiştirdi.

      İki tarafın adamları da bu Hz. Ali’nin er meydanında artık “Ya istiklal, ya ölüm!”, “Ya sen ya da ben!” vaktinin gelmiş olduğunu anladılar.

      Genel savaşların bir kaidesi vardır; öncelikle üzerinize gelen komutanı haklamak gerekir! Ancak Doğu savaşlarının başka bir töresi daha vardır; rakip Sultan ya da Padişah ile başa baş savaşıp onu yaralayabilirsin veya esir alabilirsin buna hakkın vardır, fakat öldürmek yasaktır. Bu namertlik kabul edilir.

      …Sultan Mesut’un askerlerinin yüzü Tuğrul Bey’in geldiği tarafa çevrildi. Ölmüşçesine bitkin düşmüş ordunun aklında artık sadece tek bir düşünce vardı: “Bunların beyinden bir kurtulursak belki o vakit bu lanet olası savaş da son bulur. Dinleniriz… suya kanarız…”

      Fakat Tuğrul Bey’den kolay kolay kurtulmak mümkün mü? Hele bir varın yakınına! Başkası iki üç defa kılıç salladığında birisini alt edebilirken onun her darbesinde iki üç atlı yere yıkılıyordu. Tuğrul Bey’in arkasını ve her iki yanını kollamakta olan Çağrı Alp’in darbeleri ise onunkinden de beterdi; savurduğu darbelerle düşmanın atını bile deviriyordu.

      İki kardeşin at üstünde oturuşları da bambaşkaydı. Tuğrul Bey heykel gibi dimdik, dosdoğru oturmuş sadece iki eli ve iki ayağı hareket ediyordu; Çağrı Alp’in atının üzerinde ise insan değil de sanki fırtına oturuyor gibiydi, hareketlerini takip etmeye göz yetişemiyordu. Tuğrul Beyi’n rahatlığı, sakinliği düşmanın moralini altüst ederken; Çağrı Alp çevikliği ile rakibinin gözlerini yanıltıyordu.

      …O vakit “Ya Allah!” diyerek öne atılan Sultan Mesut’un etrafı fedailerle dolu iken Tuğrul Bey ile Çağrı Alp’in birbirlerinden ve de Allah’tan başka koruyanı yoktu. Her Türkmen tek başına! Ama hepsinin de bir gözünün ucu Tuğrul Bey tarafında. Her birinde de “Beyimiz kendisi halledip hakkından gelir!” şeklinde bir güven vardı. Askerlerinin kendilerine olan bu güvenini Tuğrul Bey de biliyordu, Çağrı Alp de. Bu sebeple de her Türkmen’in yaptığı gibi o ikisi de kendi başının çaresine kendisi bakıyordu. Ayrıca, ikisi de o an her bir Türkmen’in kendilerine baktığını, vurdukları darbelerin her birinin Türkmen’in eline, beline iki misli güç kuvvet verdiğini iyi biliyorlardı. Bu bilinç ise onların savurduğu her darbenin gücünü ikiye katlıyordu.

      …Nice yıldan beridir sarhoş olarak dünyayı tek başına yöneten Sultan Mesut’u bugün onun en yakın adamları bile tanıyamadı. Sanki ağzından ateş püskürten ejderha vardı meydanda! Bir elinde aman vermez kılıcı, diğer elinde de baş kadar büyüklükte koca gürzü. Önüne çıkanın beynini dağıtıp başını yuvarlıyor, karşısındakileri ezip geçiyordu. Mesut’u çocukluğundan beri yetiştirip büyüten, bildiği bilmediği hünerlerin tümünü öğreten ihtiyar vezir de onun arkasından gözleri yaşlı gelirken, Sultanın her darbesinden sonra yumruğunu sıkıp Sultan Mahmut’un söylediği gibi “Aferin! A-fer-in! A-a-a-feri-i-in!” diye bağırıyordu.

      Sultan Mesut vurduğu darbelerin sayısını da zaman mefhumunun hesabını da yitirdi. Bildiği kadarıyla Selçuklular bu kadar da kalabalık olmamalıydı. Sultan askerlerinin her birisi bir Selçukluyu bertaraf etmiş olsa, şu ana kadar bu meydanda tek bir Selçuklu kalmamalıydı. Ama neden bunlar azalmıyor? Çarpışma taktikleri mi ustaca yoksa bir yerlerden destek mi yetişti?

      Bir zamanlar Sultan Mahmut Gazneli’nin ordusunda Türkmenler çoktu. Sultan, onların en yeteneklilerinden birisini talim ustası tutmuş, oğlu Mesut’a Türkmen savaşının tüm taktik ve sırlarını öğretmeye çabalıyordu. Geninde Türkmen kanı olan bir yiğit için bunları öğrenmek çok zor bir iş mi! Şehzade Mesut da hemen öğrenmişti. Ancak ne kadar öğrenmiş olsa da Türkmenlerin bazı savaş taktikleri onun için henüz bir sırdı.

      Mesela, bir Türkmen karşıdan kılıcını parlatıp gelir; ne kalkanı vardır ne de mızrağı. Tam karşına geldiğinde de kılıcını tependen birden savurur, sen de o an korkup mecburen kılıcını ya da kalkanını önde tutarsın ancak Türkmen’in kılıcı tam o esnada senin açıkta kalan başka bir yerini bulur…

      Bu taktik ve kurnazlıklara Mesut çok iyi aşinaydı. Fakat sadece kendisinin bilmesi ne fayda, şu ilerleyen koskoca ordu askerinin hangi birine bunları öğretmeye gücü yetebilir ki.

      Ayrıca, bu usulleri sadece kendinin bilmesi yetmez, aynı zamanda altındaki atın da bilmeliydi. Yüz yüze, başa baş olduğunda Türkmen’in atı da taktiklerin tümünü bilir, her türlü kurnazlığı yapardı. Rakibe ne zaman saldırıp ne zaman geri çekileceğini; kılıçlar savrulmaya başlandığında mesafeyi ne vakit ne kadar koruması gerektiğini sahibinden iyi bilirdi. Fırsatını bulursa ağzını kocaman açıp rakibinin ya da atının uygun bir yerinden el kadar parçayı koparıp aldığını hiç fark edemezsin bile. Bu yüzden de aynı anda âdeta iki kişi ile savaşır gibi olursun.

      Yaşlı bir seyisin söylediği “Türkmen’in atı bizimki gibi emanet değildir; Türkmen yiğidi atı ile birlikte doğar, birlikte koşar, birlikte büyür. Bu yüzden de ikisi birbirinin tıpkı hık demiş burnundan düşmüş gibidir.” sözleri Mesut’un kulağına çalınmıştı.

      Sadece atın değil, atlı askerin de diğer atlı askerden farkı çoktur. Mesut’un atlılarının