Hüseyin Yıldırım

Kartal Pençesinde Bir Güzel


Скачать книгу

aradı. O an, eline ocağın başında küle bulanmış maşa ilişti. Bey tıpkı kudurmuş gibi maşayı sertçe çobana fırlattı. Maşa çobanın alnına isabet edip kapının önüne düştü. Çoban alnını tuttu, bir müddet gözünü açamadı. Başı dönüp gözü karardı. İçinden “Bu alçağın boğazına yapış da canını cehenneme gönder.” diye geçti. Ancak yine de aklını başına devşirip sakinleşti. Taş kesilmiş kurbağa misali veryansın eden bey ile aşık atamayacağını anladı. Ayrıca zamanda da hanımı ve oğlu küçük Meret gözünün önüne geldi. Bu insanlıktan çıkmış yaratık için hanımını ve tek çocuğunu sahipsiz, yetim bırakmaya gönlü el vermedi.

      O sırada “Korkan üste çıkar.” misali davranan Hesip Bey, çobanın alnındaki aşık kemiği kadar şişkinliği görüp tehditler savurdu:

      “Ah! Vücudunda o hayvanların her bir kılı için bir şişlik yapsam da içim soğumaz, haramzade!”

      Son söz çobana maşadan da sert dokundu. Hırsından dudaklarını ısırıp derin bir nefes aldı ve birilerinden yardım bekler gibi kapıya göz gezdirdi. Ama ağzından salyalar akıtarak yatan yaşlı köpekten başka hiçbir şey görmedi. Bir kez daha dolup taşan öfkesini bastırarak aklını başına devşirdi. Onun ağzından çıkan sözler alev olup yakıyordu:

      “Hesip Bey! Ben senin kendi bitini yiyecek kadar cimri olduğunu bilirdim. Ancak üç leş yüzünden böyle yüreğine kor düşeceğini tahmin etmezdim. Artık benim için senin şu kapıda yatan yaşlı köpekten zerre kadar farkın yok. Bu yüzden de sürülerini al da başına çal. Şu an seninle hesaplaşmaya gücüm yok. Ancak bir gün maşanın tadını sen de tadarsın inşallah. İnsafsız, o üç şişek yüzünden benim hakkım olan ücreti keseceğini de adım gibi biliyorum. Lakin ‘Çobanın hakkı, belanın okudur.’ er geç helalleşmek zorunda kalırsın.”

      Son sözlerini söylerken gözleri fal taşı gibi açılıp dişleri sıkıldı.

      Nuryağdı’nın bu çıkıp gidişi son oldu. Beyin koyunlarının peşinde çarık eskittiği son üç yılın hakkı olarak kazandığı dört zayıf koyunu da kapısına eski yamağı getirip bırakmıştı.

      Bundan sonra Nuryağdı geçim sıkıntısı çekip çok düşündü. Başka bir gözü dönmüş beye çoban dursa yine önceki gibi olacaktı. “Domuzun akı ne, karası ne! Al birini vur ötekine! Hepsi de aynı!”. Çiftçilik yapayım dese tarlası yoktu, olsa bile onu sürüp işlemeye araç gereç gerekti. Ne yapmalıydı?

      Günler peş peşe geçip gidiyordu. Nuryağdı yan gelip yatmaktan fayda gelmeyeceğini bilse de bir çaresini bulamıyordu. Fakat bir gün evinde sırtüstü uzanıp düşüncelere dalmış yatarken evin kirişinde asılı duran tek namlulu tüfeğine gözü ilişti. Bu tüfek ona babasından kalan yadigârdı. Meraya giderken daima yanında taşısa da onunla henüz hiç avlanmamıştı. “Boş yatacağına odun yak!” dedikleri misal “Ben de böyle kıvrılıp yatacağıma bir etrafı dolaşayım.” deyip tüfeğini sildi, namlusunu temizledi, mermi doldurdu. Yuvarlak bir tandır ekmeğini ikiye katlayıp basma mendile sararak beline bağladı ve tüfeğini omzuna asıp dışarı çıktı. Bir müddet duraksadı, sonra da “Neredesin ey başı dumanlı dağlar!” deyip güneydoğu istikametine doğru yola koyuldu.

      Onun ilk avı bereketli geçti. Kurşungeçirmez kadar gür olan ormanla kaplı vadiden çıkıp yukarı doğru tırmanmaya başlamıştı ki sağ taraftaki yamacın üzerinde boynuzları kıvrım kıvrım yaban koçu göğüslerini kabartmış, vadinin yukarısından bakıyordu. Vadideki pınara su içmeye gelmiş olmalıydı. Ancak ansızın atılan mermi tam yanağına isabet etti. Bu dağdaki çeşit çeşit otların çiçekleriyle beslenen semiz koç, hava basılan top gibi yerden bir kulaç yukarı zıpladı ve sonra yuvarlanıp aşağıya düştü…

      Böylece Nuryağdı, çobanlığın eğri değneğini tüfekle değiştirdi. Avcılık onun mesleği olarak sürüp gitti. Avı bereketli olduğu zamanlarda ailesinin ihtiyacından artakalan ceylan etini buğdayla, unla değiş tokuş ederdi. Nadir bulunan etlerden canı çekip parasını ödeyen kişi çıkarsa vurduğu geyiği bütün olarak da satardı. Böylece, kışlık erzakını da temin ederdi.

      İşte, bugün de Pelen Avcı için o eski günlerden biriydi. Mağaranın önünde durup sağ elini gözlerine siper etti ve dağın eteklerine göz gezdirmeye başladı. Henüz yeni doğmuş olan parıltılı güneşin ışıkları altında, rengârenk örtüye bürünmüş yüksek dağın güzel manzarası onun gözünün önünden bir bir geçiyordu. Kıvrım kıvrım yamaçlar; elle dikilmiş gibi sıra sıra çam, meşe, incir, nar ağaçları; küme küme duran kara kütükler; dağın eteğinde koskoca mavi bir halı serilmiş misali görünen gür böğürtlenler; ucundan kopartılmış keteyi andıran kat kat kayalar, koca koca taşlar, kimi yerlerde ise çocukların sesiyle neşelenip çalmaya hazır “dutarlı” sarmaşık güller… Birden avcının gözüne, yeni emeklemeye başlamış yavrusunu peşine takmış otlamakta olan ceylan ilişti. Avcılık içgüdüsü onu hemen tüfeğine sarılmaya mecbur etti. Pelen Avcı bu iki ceylanı isabetli atış alanına sokmak için gizlice onlara doğru yöneldi. Sahibinin hünerine alışkın olan avcı kartal da özel bir işaret beklemeden onun yanında seke seke ilerledi.

      Yavrusunun çabalayarak küçük otların ucunu koparmasından haz alan anne ceylan bu esnada canına kıyılacağından habersizdi. Avcı iri ağır gövdesine dayanarak çok yavaş ilerliyordu. Taştan taşa atlayıp, bazı yerlerde de tırmanıp arayı kapatıyordu. Onun niyeti, ceylanın tam karşısında duran taşı kendisine siper edip atışını gerçekleştirmekti. O taşın ardına varıp nefesini ayarladı. Taşın dibinde sahibi ile aynı anda hazır konuma geçen kartal çoktan kendi avını göz hapsine almış çırpınıyordu. Onun gözlerinde “Annesini vur da yavrusunu bana bırak!” der gibi bir ifade belirdi. Avcı, kalpağını çıkardı; taşın üzerinden fark ettirmeden sakince ceylanı gözetledi. Ceylan serbestçe otlanmaktaydı. Yeşil çimenle minik karnını şişiren yavrusu keyifli keyifli zıplayıp kendi kendine oynuyordu. Bir bakmışsın zıplayıp annesinin yanına varıyordu, ona sürtünüyordu, ayağına dolaşıyordu; bir bakmışsın koşturup otların ucunu kokluyordu, başını kaldırıp bir yerlere bakıyordu. Sonra yine gelip annesine sokuluyordu. Annesi de güya yavrusunu bağrına basıp yüzünden, gözünden öper gibi ağzını yavrusunun yüzüne, boynuna sürüyordu. Bunu ölüm öncesi, annenin yavrusuyla vedalaşması diye düşünmek de mümkündü. Çünkü namlunun ucu çoktan bu zavallı hayvana doğrultulmuş, tüfeğin tetiği de işaret parmağının tek bir hareketine bırakılmıştı. Ancak tetiğe basılmadı. Avcı neyi bekliyordu? Niçin ateş etmiyordu? O tek bir mermiyle iki hayvanı da avlayabilirdi aslında. Ama tüfekten ses çıkmadı. Aksine, avcı tüfeğini geri çekip gövdesini birden yere bıraktı ve kalın köklü koca bir peline yaslanarak derin düşüncelere daldı. Yumruğunu yanağına dayayıp, anne ceylanın oğlağını sıcak şefkatiyle doyurup onun ruhunu okşamasını taşın kıyısından izliyordu. Taşın ardında görünen insan kafasını fark edince ceylan ürküp, kaçıp gidecek oldu. Fakat birdenbire avcı ile göz göze geldi ve büyülenmiş gibi şaşkın şaşkın donup kaldı. İki gözbebeği birbirinin içinde şimşek gibi çaktı, avcının tüyleri diken diken oldu, sonrasında da ter bastı. Alnını ayasıyla tutarak başını salladı. İçinden “Ey kurban olduğum Allah’ım, ne oluyor böyle acaba? Kaplan ile karşı karşıya geldiğimde bile böylesine aciz kalmamıştım? Yoksa insan yaşlandıkça yufka yürekli mi oluyor ki?” diye geçirdi. Birdenbire hançer saplanmış gibi yüreği sızladı. On iki yaşında kızamıktan ölen oğulcuğu gözlerinin önüne geldi. “Hayır, ben bunun vücuduna hançer saplamamalıyım. Bırakayım, yavrusuyla mutlu olsun. Baksın, büyütsün, yoldaş edinsin. Hem ceylan dediğin hayvan zarif, güzel, hoş bir canlıdır. Baksana, onun teninin yaldızla bezenmiş