Hüseyin Yıldırım

Kartal Pençesinde Bir Güzel


Скачать книгу

düştüğünü anlayan avcı sanki çıyan şokmuş gibi sıçrayıp yerinden kalktı. İç çekip şaşkın gözlerini yukarı dikti. Ancak “Şimdi belaya gark oldun işte!” diye ikaz eder gibi üstüne abanıp duran kayadan başka bir şeye gözü ilişmedi. Kartal yavrusunu kafese koymaya gelen ihtiyarın kendisi, çıkar yolu olmayan ağa düşüverdi. O, ömrünün büyük bir bölümünü tamamladığını bilse de kalanını bir uçurumun üstünde geçirip emanet canını teslim edeceğini düşünmemişti. Gerçekten de bu taştan kalenin içinde yardım çığlıklarını kime ulaştırabilecek, kimden destek isteyecekti? Bağırsan da çağırsan da feryadına bir tek dağlar, vadiler cevap verecekti. Yaralı bir ceylanı kovalayıp gelen avcının biri tesadüfen halkalı demir kazığın üzerine denk gelmezse ihtiyar sanki “darağacına çekilmiş” ve “yere çivilenmiş” hâlde çürüyüp gidecekti.

      İhtiyar birden daraldı, yüreğinde korkudan dolayı bir çarpıntı hâsıl oldu, avazı çıktığınca bağırası geldi. Fakat avcının panik hâli yerini, ihtiyarlığın verdiği olgunluk ferasetine bıraktı: “Eh Pelen! Başına gelen iş, sıradan bir iş değil. Kendi elinle kendini kuyuya attın. Eğer yaşamak istiyorsan çaresi ne? Şimdi kanat çırpıp uçamazsan bu kara taştan kurtulma ihtimalin de yok… Ah, dostlar! Hey, yolunu şaşırıp buralara gelen olmaz mı acaba? Belki olur, şimdilik ümidimi kesmeyeyim. Bugün yarın idare edecek ekmeğim de suyum da var.”

      İhtiyar yandan askılı torbasını boynundan sıyırıp içindeki ikiye katlanmış ekmeği çıkardı ve tekrar geri koydu. Kalaydan özel olarak yapılmış mataradaki suyla kuruyan boğazını ıslattı. Yıpranmış abasını çıkartıp azık torbasının üzerine attı. Bu esnada o belalı kartal yuvası gözüne ilişti. Yuvadaki bir çift kartal yavrusu, bu yabancı canlıya gözlerini fal taşı gibi açarak baktı ve birbirlerine sokuldu. İhtiyar, bir an onlara elini uzatsa da aciz canlıları sıcak yerlerinden çekip almaya kıyamadı. Zavallı bir çocuğu görmüş gibi merhametli bakışlarını onlardan ayıramadı. Kayaya yaslanarak uzun süre durdu ancak onun hayalleri kim bilir nerelerde kanat çırpıyordu.

      Nerede olduğundan bihaber ihtiyar, sonunda derin düşüncelerden sıyrılıp etrafına göz gezdirdi; baksa ki güneş çoktan dağın ardına sarkmış, alacakaranlık çökmeye başlamıştı. Şimdi boyu dört beş adım, eni ise iki kulaca yakın taraçada sabahı etmenin kaygısını gütmeliydi. O taraçanın üzerindeki irili ufaklı taşları bile temizleyip atmadı. İhtiyaç olur diye toplayıp bir kenara koydu. Ancak bu daracık yerde yatmanın korkusu ona rahat verir mi ki? Uyku sırasında yuvarlanıp kayadan uçma ihtimali de vardı neticede. O, beline ip dolayıp sımsıkı bağladı ve ipin bir ucunu başucundaki taşa geçirdi. “Ancak, anne kartal gelip gafil avlamasa iyidir. O, doğrudan insanın gözlerini gagalarmış. Sonrasında, neresini isterse kendi keyfine kalmış. Şimdi de kendi ayaklarıyla çıkagelen avını gagalar kesin.” İhtiyarın içi ürperdi.

      Torbasını başının altına koyup sırtüstü uzandı, tekrar başını kaldırıp bir lokma ekmek aldı. Boğazından zar zor geçen kuru ekmeği isteksizce çiğneyerek gökyüzüne bakıyordu. Gökyüzü sanki sayısız yıldızlarını taşıyamayıp onun üzerine bırakıverecekmiş gibi göründü. Ancak ihtiyarın bu vaziyete gözleri alıştı, bu durumu kendine eğlence edindi. Tanıdığı yıldızları arayıp bulmaya koyuldu, onlar hakkında işittiği rivayetleri hatırlıyordu; kısacası düşüncesini başka tarafa çekmeye çalışıyordu. Her ne olursa olsun, ölümünü hatırlatan ağır endişe onu gecenin bir vaktine kadar uyutmadı. Sabaha yakın uykuya daldı…

      Kuşluk vakti olduğunda karabasan çökmüş gibi sıçrayıp uyandı. Yavrularının yanına gelen boz kartal davetsiz “misafirin” üzerinde pervane olmuş uçuyordu. Yuvanın önünü kapatıp yatan bu karaltının ne tür bir mahlûk olduğunu anlamak ister gibi avcının yanından tekrar tekrar kanat çırparak geçiyordu. Sonunda karar verdi. Kanatlarını topladı ve yumak gibi kapanıp doğruca ihtiyarın üzerine inişe geçti. Kartaldan gözünü ayırmadan oturan avcı, paniklemeden derhâl bıçağını kınından sıyırdı ve hemen yerinden kalktı. Kartal, ayakta duran adama yine saldıramadı. Birden kanatlarını açıp hızla gökyüzüne yöneldi, oldukça yüksekte uçuyordu. Ancak kartalın bulunduğu nokta yakındı, yavrularını bırakıp gidecek yeri yoktu. O yüksek yüksek tepelerin üstünde kanat çırpıyordu, aniden gözleri kör olmuş gibi kanatlarını kapatıp yuvaya doğru iniyordu fakat insandan korkup geri çekiliyordu. Bu şekilde yavrularını koruyarak uzun süre uçtu. En sonunda çare bulamayıp ihtiyarın başucu tarafındaki sivri uçlu bir taşın üzerine kondu. Keskin bakışlarını avcının içinden geçirecek gibiydi. Onun başını dik tutup iki yana sallaması oldukça heybetliydi. Ancak avcıya gözü ilişince, nedense onun ihtişamı kayboluyordu. “Ey, cihanın hükümdarı insanoğlu! Ben kendimi tüm kanat çırpan özgürler âleminin sultanı sayıyorum. Senin bakışlarının yetişemeyeceği, mermilerinin ulaşamayacağı yerlerden avımı yakalayabiliyorum. Yüksek yüksek dağlarda, kumlu kumlu çöllerde dolaşan, süratte rüzgâr ile yarışan sürü sürü geyikler de ceylanlar da tavşanlar da benden korkup yere yapışır. Ancak senin karşında hünerlerim aciz. İnsanın kudreti daha fazla, hilesi daha çoktur. Lakin üstün olsan da iyi bil ki kartal sağken yavrularını elinden aldırmaz.” Onun heybetli bakışlarından bu mana anlaşılıyordu.

      Ana kartal, deli cesareti gösterip zıpladı ve yuvanın ağzına kondu. Yavru sevgisi, annelik duygusu ölüm korkusundan üstün geldi. Anne, kendi canını hiçe sayıp yavrularına kavuştu. Bir ihtiyara; bir yuvasına bakıyordu. Sonra pençelerine kıstırıp getirdiği bir çift kekliği çabucak parçalayıp açlıktan ağızlarını açan minik kartalları beslemeye koyuldu. İhtiyar da ana kartalın bu sevimli hünerine hayran kalmış sakin sakin izliyordu.

      Yavrularını besledikten sonra kartalın gözü tekrar ihtiyara dikildi. Yırtıcı kuşun keskin bakışı avcının içinden geçip gitti ama ihtiyar da kartalın kin dolu bakışlarına hiç çekinmeden gözlerini dikti. Gözlerle kurulan teke tek savaşta insanoğlu aciz kalmadı.

      Pelen Avcı’dan gözlerini ayırmadan duran kartal “Bu beladan yavrularımı nasıl kurtarsam ki?” diye düşünüyor gibiydi. Her ne olursa olsun, böyle aylak aylak durmaktan bezdi. Ama uzaklara uçup gidemedi. Dolaştı, dolaştı tekrar yuvasına döndü. Avcı onu umursamıyor gibiydi ancak bıçağını da elinden bırakmıyordu. Kartal, ihtiyara dikkatli baka baka nihayet kendi yavrularına ondan bir zarar gelmeyeceğini anlamış gibi uzaklaşıp uçtu gitti. İhtiyarsa yine yalçın kayanın üzerinde tek başına kalakaldı.

      O şimdi ne yapsın? Neyle ilgilensin? Dört bir taraftan üzerine abanıp duran düz kayalar, deve büyüklüğündeki koca koca taşlar, istemeden kafese düşen insanın çaresiz hâline oldukça seviniyormuş gibi görünüyordu. Bu vaziyet ihtiyarı huzursuz etti. Onun aklından sayısız düşünce gelip geçiyordu: “Ah, dostlar, şimdi iki taşın arasında esir mi kalacağım? Köyden arayıp soran olmaz mı ki? Arayıp bulurlarsa iyi de, fakat ya bulamazlarsa… Hayır, onlar beni mutlaka bulmalı, izim de bellidir. Ya da taşların arasında izim kaybolup gitti mi ki? Neyse umutsuz olmayayım. ‘Çıkmamış candan ümit kesilmez.’ demişler. Ancak kendime bir uğraş bulmalıyım.”…

      İhtiyarın yeni “mekânının” etrafı tamamen kayalarla çevrili olsa da sekinin el uzanabilecek yerindeki koca bir taşın dibinde kurumuş çer çöp görünüyordu. Paniğe kapılan ihtiyar, onları önceden fark etmemişti. Sadece bir hamur teknesinin ağzı kadar olan küçücük alanda ot bitmiş olmasına hayret etti. Sonra sekinin üzerinde yattığı yerden elini uzatıp bıçağıyla orayı kurcalamaya koyuldu. Bıçak taşa değmedi, aksine nemli yumuşak kum çıkmaya başladı. Sırasıyla bir sağ elini bir sol elini kullanarak acele etmeden kazmayı sürdürdü. Bu meşakkatli işle gün boyu uğraştıktan sonra, sonunda topak tutmuş ıslak kum taneleri görünmeye başladı. Yitirdiğini