Hüseyin Yıldırım

Kartal Pençesinde Bir Güzel


Скачать книгу

kalkmak avcının mizacıydı. Bu alışkanlık, ihtiyarı tan ağarmak üzereyken uyandırdı. Dağın seher vakitlerini neredeyse bir ömür boyu göre göre bugünlere gelmiş olsa da, bu defaki seher vakti ona daha bir farklı, daha bir hoş göründü. İşte, taşların arasında rahvan yürüyüşle seke seke giden keklikler tuhaf ve kaygılı bir ötüşle aralarında bir konuyu “istişare” ediyorlar. Her biri kendine has şakıyan çeşit çeşit küçük kuşlar orkestra kurmuş, ilginç nağmeler döktürüyordu. Güneşin ışıkları, âlemin bir ucundan diğer ucuna süngü misali uzanıyordu. Işıltılı süngü ucunun değdiği dağın etekleri, rengârenk parlıyordu. İhtiyar, bu güzel manzaraya dalıp gitmişti. Seherin temiz havasını, tabiatın şirin sesli melodilerini âdeta tüm benliğine sindiriyordu.

      Kuşluk vakti oldu. İhtiyarın tahmin ettiği yerde iri kuş göze ilişmedi. İhtiyar, kartalı başka yerde aramaya karar verdi ve kuş yuvalarının bulunduğu kayanın eteğinden geçip batıya doğru ilerledi. Üç dört yamacı aştı. Dağın iniş çıkışı onu oldukça yordu. Ancak kuş sevdasına düşen ihtiyar ara sıra bile durup etrafına bakınmadı, mola verip dinlenmedi. Onun tüm dikkati başı dumanlı, yüzeyi dümdüz kayanın üzerindeydi. Her ne kadar gözlerini kısarak baksa da kat kat yükselen taşların arasında bir hareketlilik görmedi.

      O yine başka bir tepeye çıktı. Boz renkli taşların yüzeyine dikkatli dikkatli bakmaktan gözleri yoruldu. Hayal kırıklığına uğrayan ihtiyar, uzun süre başını öne eğip suratını astı. Sonra geri dönmek isteyip başını kaldırdığında gözüne uçup gelmekte olan küçücük bir karaltı göründü. Onun boyutu gittikçe büyüyordu. Sonunda, onun kayaya doğru gelen büyük bir kuş olduğu apaçık belli oldu. İhtiyar ilk başta onu akbaba zannetti. Ancak yanından uçup geçtiğinde bu koca boz kuşu hemen tanıdı. Gözlerini ayırmadan onun ardından baktı. Kartal, yalçın kayaların arasında kanat süzüp kendi mülkünü denetliyor gibi iki tarafa göz gezdirdi. Sonunda kondu. Koca kuş, yağmur ve karla yıkanan, rüzgâr ve güneşle ağaran taşların arasında küçücük kara bir nokta olarak zar zor görünüyordu. İhtiyar onun konduğu yeri iyice belirleyip eşyalarının bulunduğu yere geri döndü. Sabahtan beri kartalın peşinde koşturan ihtiyar bir yamacı aştı, iki yamacı aştı. Ayakları güç bela adım attı. Eşyalarını bıraktığı yerden mesafeyi oldukça açmış olduğunu şimdi fark etmişti. Durum böyle olsa da otura kalka, dinlene dinlene eşyalarına ulaştı. Çaydanlığı ateşe oturtup çay demledi, olan azığıyla akşam yemeğini yedi. Demli çay ve ateşte ısıtılmış sıcak ekmek, yorgun vücuduna uyku bastırdı. Pelen Avcı, eşeğin semerine dirseğini dayadı ve uykuya ne zaman daldığının farkına bile varmadı. O uyandığında vakit çoktan öğleyi geçmişti. İhtiyar, kartalla ilgili işini yine ertelemek zorunda kaldı.

      Tan ağardıktan sonra Pelen Avcı eşeğini sıkıca bağladı. Onun koşun takımlarını ve semerini, kendisinin ufak tefek eşyalarıyla birlikte öbek hâlinde duran gür böğürtlenin üzerine bıraktı. Bir yere toplanıp bırakılan öteberinin altına yılan çıyan girebilirdi, belli mi olur! Akşamdan kalan ekmeği ve özel olarak getirdiği birkaç kulaçlık urganını yanına alıp dünkü yere gitmek üzere tekrar yola koyuldu.

      İlk önce başı sivrilerek göğe doğru uzanan yüksek tepeye çıkmak zorundaydı. Oradan eşeğin sağrısı gibi duran kayaya bitişik sırta geçmek kolaydı. Ancak Pelen Avcı henüz o kuşun sadece bir kartal olduğunu biliyordu. Ama onun yuvasının olup olmadığından bihaberdi. Bu yüzden iç sesini dinleyip “Yahu, yuvası olmasa bu civarda ne işi var!” diye kendi kendine konuşarak gidiyordu.

      Sonbaharın başı olmasına rağmen hâlâ güneşin sıcaklığı vardı. Gecenin serinliği yavaş yavaş kayboldu. Dik yokuşlar ihtiyarı çoktan terletmişti. En sonunda, alnındaki boncuk boncuk ter damlaları gözüne inip onu dinlenmeye mecbur etti. O “Ahh bu ihtiyarlık…” diye iç çekip başını salladı. Sonra yamaca çıkıp dizlerini büktü. Yamacın öbür yüzünde geviş getirerek güneşlenen bir grup boz geyik, yabancı karaltıyı görünce hemen kalktı ve dağılmadan sürü hâlinde kaçıp uzaklaştı. Avcının üzüntülü bakışları çekip giden güzel ceylanların ardından ok gibi atıldı.

      İhtiyar, bu eşek sağrısını andıran yamacı dolanıp, tırmanarak kartalın bulunduğu kayanın zirvesine çıktı. Dağ başının temiz havasında nefes alıp duru gökyüzüne baktığında kendini sanki arşa uçup gidecekmiş gibi hissetti. Koca bir deniz gibi çalkalanan Karakum’a göz gezdirdi. Nedense ihtiyarın yüreğinin gizli bir yerinde garip bir hüzün hâli, köyünden ayrı düşmüş gibi bir duygu, hâsıl oldu. Kendi kendine konuştu:

      “Bu gereksiz işten vazgeç sen, Pelen. Bu yaştan sonra evcil kuş edinip mezarının başına bekçi mi koyacaksın? Hadi, bir kuş edindin diyelim. O da Gıpık gibi densiz birinin tüfeğinin hedefine denk gelirse ya! O zaman ömrün boyunca böyle dağa taşa tırmanıp duracak mısın? Ayrıca daha da kötüsü, o korkunç canlıyla karşı karşıya kalmak. Her ne kadar uzakta olursa olsun, bir kartal yavrusunu gözünden ayırmazmış. Yuvaya ulaşmadan gelip yetişirse… Korkup geri de durmaz o. Vurur mızraklı pençesini. İşte uçup gittin, çöp misali. Bedeninden tek bir parça bile bulunmaz… Hayır, ne olursa olsun, niyetimden vazgeçmeyeceğim. Hem o biçarenin yuvası da hemen şuracıkta, el uzatıp yavrusunu almalıyım. Öküzün altında buzağı aramayayım.”

      Kartal, çoktan uçup gitmişti. Yaklaşık üç dört kulaç aşağıda yuvası gözüküyordu. O yuvaya, cilalanmış gibi kaygan bir taşın üzerinden geçerek ulaşmak gerekiyordu. Yuvanın bir adam boyu kadar tam aşağısında insan eliyle özel olarak yapılmış gibi bir taş seki vardı. Bu sekinin üzerine bir inilebilirsen yuvayı avcunun içinde bil. Oraya sadece iple sarkmak mümkündü. Bu ise canını riske atmaktı. Çünkü ipten kaysan dibi görünmeyen yüksek kayanın yüzeyinde tutunacak çer çöp dahi yoktu.

      İhtiyar, belinden urganını çözdü. İpi bağlamak için geniş halkalı demir kazığı, çatlamış bir taşın yarığına boylu boyunca çaktı. Onun halkasından ipi geçirip ayağını taşa diredi, iki eliyle silkelendi. Demir kazık kımıldamadı. İhtiyar boynunu uzatıp ineceği yere göz attı. Düz kayanın yüzeyindeki taş sekinin kıyısı bıçak sırtı gibi incecik göründü.

      Avcı erzak torbasını, su kabını orada bırakmak istedi. Yine de kendi kendine fikir yürüttü: “Lazım olan taşın ağırlığı olmazmış. Bunları yanıma almakla ip kopacak değil ya.”

      İpin bir ucunu beline bağladı, diğer ucunu da bağlamadan sadece sağ koluna doladı. Kayadan sallandıkça koluna doladığı ip çözülmeliydi. İhtiyar bu tehlikeli yolculuğuna son bir defa boynunu uzatıp baktı. Bomboş uzanan ürkütücü uçurum onu birden ürpertti. Ancak ömrünü tehlikeler içinde geçiren ihtiyar vazgeçmedi. Çaktığı kazığın sağlam olup olmadığını bir kez daha kontrol etti ve kaygan taşın yüzeyinden usul usul aşağıya sarkmaya başladı. Koluna doladığı ipin halkaları peş peşe çözülüyordu. İki üç kulaç sarktıktan sonra ihtiyarın ayakuçları el kadar bir taşa değdi. Bir müddet ona dayanıp kollarını dinlendirdi. Ağır gövdeyi ayakuçlarının üzerinde uzun süre tutamadı. O, kendisini tekrar aşağı bıraktı. Yuvanın dengine ulaştığında henüz tüyü bile bitmemiş bir çift kartal yavrusuna hevesli gözlerle baktı. Bu sırada ihtiyar, o sekinin üzerine indi. Eni boyu dört beş adım civarında olan koca taş sanki insan ağırlığından kopup düşecekmişçesine, ihtiyar onun üzerine yavaşça ağırlığını bıraktı. Nice yılların karı yağmuru, sıcağı soğuğu ile sertleşen taş zerre sarsılmadı. Eski masallardaki kanatlı insanlar gibi “gökte asılı” duran ihtiyar, yüksek kayanın eteğinden dünyayı huzurla seyretmek istedi. Geri döndü ancak deminden beri düz kayanın yüzeyinden başka hiçbir yere bakmayan gözlerinin birden uçsuz bucaksız boşluğa