Hüseyin Yıldırım

Kartal Pençesinde Bir Güzel


Скачать книгу

anda peşinden hemen saldırıya geçmez, ilk önce dimdik gökyüzüne yükselip avının tepesinden iyice bakar, sonra hangi noktaya inmesi gerektiğini gözüyle hesaplar ve aniden yayın kirişinden çıkmış ok gibi hedefine kilitlenip inişe geçerdi. Korkusundan pusan tavşan ne olup bittiğini anlayana kadar Algır çoktan ensesine vurup onu sersemletmiş olur, sonra da sahibi gelinceye dek serilip yatan tavşanın başını beklerdi. Pelen Avcı gelip tavşanın iç organlarını çıkartır, ayaklarını katlayarak torbasına atıp yola düşerdi. Hemen onun omzuna konup böbürlenen Algır da keskin gözleri ile dört bir yanı izleyerek giderdi.

      Pelen Avcı bozkıra birkaç geceliğine gittiğinde onu çoğunlukla tilki ve tavşanın üzerine salardı. Kuş, biraz ufakça bir ceylan yavrusu olursa, onu da kaçırmazdı. Dağa gittiğinde ise avcı onunla bıldırcın, keklik avlardı. Ömrünün çoğunu dağda, ovada tek başına dolaşarak geçiren adam için o hem yardımcı hem de sırdaştı. İhtiyar ona, insanla konuşur gibi, akıl danışırdı; onunla sohbet ederdi. Son zamanlarda kartalıyla daha da yakın dost olmuştu. Çünkü ihtiyarlık iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlamıştı. Artık dik dik yamaçları elinde tüfekle dolaşmaya dizlerinin eski mecali yoktu. Bu sebeple ihtiyar için böylesine değerli kartalın kıymeti bir başkaydı. Ancak…

      Öğle vaktiydi. Hayvanlar, insanlar güneşin hararetine dayanamayıp kendini bir kıyıya atmıştı. Gün boyu kapı kapı gezip dolaşan yaşlı köpekler de evlerin kenarındaki cılız öğle gölgesine bağırlarını vermiş; uzak yoldan yorgun argın gelmiş gibi dilleri dışarıda, hırıl hırıl aralıksız soluyarak nefes alıp veriyordu. Kapılarda bağlı duran eşekler ve atlar da sıcağın bunaltıcı etkisinden dolayı başlarını öne eğmiş hâlde somurtuyorlardı.

      İhtiyar avcı, kuşunu yemleyip daha yeni uykuya yatmıştı. Evin sağ yanında yuvasının üstünde pinekleyen Al-gır da gagasını açıp kapatarak gözlerini kıpırdatıyordu. Ancak birden gözlerini açıp kapıdan dışarı, başını bir gökyüzüne bir yere hızlı hızlı çevirip bakmaya başladı. O an külleri deşmekte olan gurk tavuğun peşindeki civcivlere göz koyan bozdoğan, bir fırsatını bulup onları kapmak için yukarıda kanat çırpıyordu. Algır onun niyetini anlayıp onu nasıl pençesiyle yakalayacağının hesabını yapar gibi gözlerini kıpırdatmadan aynı noktaya kilitlendi. O anda da az evvelki bozdoğan kanatlarını kapatıp civcivlerin ve tavuğun üzerine dalışa geçti. Bu esnada Algır da fırlayıp dışarıya çıktı ve ayağını yerden kesti. Bozdoğan, iki civcivi pençelerine alıp çoktan göğe yükselmişti. Fakat tabanları yağlayıp gelen kartalı gören bozdoğan kendi canını kurtarmaya razıydı. Onun açılan pençelerinden kurtulan iki biçare civciv, mavi gökyüzünde tüy gibi süzülerek yere cansız düştü. Aniden, hiç beklenmedik bir anda tüfek atıldı. Göz açıp kapayıncaya dek gökyüzündeki iki kuştan biri yere paldır küldür düştü.

      Yeni uykuya dalan Pelen Avcı tüfek sesine sıçrayıp nefes nefese yerinden kalktı, alelacele çarıklarını çorapsız giyip dışarıya çıktı ve “Ne oluyor, söyleyin?” diye bağırdı. Bu sırada köpeklerin havlayarak saldırdığı tarafta eli tüfekli birinin koca bir kuşu kanatlarından tutup yerden kaldırdığını gördü. Nedense ihtiyarın üzerine kaynar su dökülmüş gibi oldu. Hemen arkasını dönüp evin yan tarafına baktı. Algır yoktu. İhtiyar sanki ayaklarını ateşe basmış gibi birden sıçrayıp eli tüfekli kişiye doğru koşarak gitti.

      O, Hesip Bey’in oğlu Gıpık’tı. Kulakları doğuştan yassı olduğu için köy ahalisi ona Gıpık diyordu. Onun asıl isminin ne olduğunu anasından babasından başka kimse bilmiyordu. Cimri Hesip malına mülküne güvenip Gıpık’ı on dört yaşını bile doldurmadan evlendirmişti. Artık evli barklı, çoluk çocuklu biri olsa da onun aklı fikri fındık kadar bile gelişmemişti. Köy içinde hâlâ onun en büyük uğraşı kavgadan bıkıp usanmış yaşlı köpekleri birbirine saldırtıp onlara sopayla vurmaktı. O da olmazsa çoluk çocuğu peşine takıp kuş tüfeğiyle serçe ve turgay vururdu. Az evvelki bozdoğan köyün üzerine geldiğinde aylak aylak iş güç bulamayıp kapı eşiğine iyice yayılmış, yanı başına topladığı tezekleri atarak, her neyse, bir şeyleri vurmaya çalışıyordu. Kendisine doğru peş peşe gelmekte olan iki kuşa gözleri iliştiğinde Gıpık derhâl içeri girdi ve tüfeğini alıp çıktı. Ömründe serçe ve turgaydan başka hiçbir av vurmayan “avcının” attığı mermi bu defa boş geçmedi…

      İri gövdesini iki büklüm edip sallana sallana giden ihtiyar Pelen, her zaman başının altından şer iş çıkan bu salyalı aptaldan oğlandan hayırlı iş çıkmayacağını bilmesine rağmen o an aklından geçen kötü düşüncelere inanmak istemiyordu. Fakat eli tüfekli bu çocuğa yaklaştıkça ihtiyarın omuzlarına basan yük ağırlaşıyordu. Gıpık, kendisine doğru yaklaşıp gelen beti benzi atmış avcıyı görünce, ona yaranmak isteyen bir köpek gibi sırıtmaya başladı. Ancak birdenbire kendisinin zengin bir adamın çocuğu olduğunu hatırlayıp avcıya saygısız saygısız konuştu:

      “Heyy, ben aslında bozdoğana nişan alıp atmıştım, lakin senin kuşun kendisi merminin önüne attı. Eceli yetmiş, beyim, tam da can evine denk gelmiş ya! Atış muhteşem!” deyip Algır’ın kursağını karıştırarak merminin isabet ettiği yeri Pelen Avcı’ya gösterdi. Gözü gibi bakıp kıymet verdiği evcil kuşundan, yegâne varlığından mahrum kalan ihtiyarın kalp damarları sanki yerinden kopartılıp kopartılıp atılmış gibi oldu. Boğazına kadar dolan öfkesini bastıramayıp hemen belindeki bıçağına sarıldı. Fakat kiminle aşık attığını hatırlayıp vazgeçti. Onun tüm öfkesi, nefreti gözlerinde alev topuna dönüp bir tokat olarak o ödleğin yüzünde patladı. Korkudan dili tutulan Gıpık geri geri çekilip titrek sesle “İmdat, yetişin!” diye feryat ederek bağırdı. O anda da taşa takılıp sırtüstü düştü. Sinirlenen Pelen Ağa onun elinden Algır’ın leşini çekip aldı ve bir oğlak, kuzu taşır gibi onu kucağına alıp geri döndü. Öfkeden dolayı kan çanağına dönen gözlerinin önünden Hesip Bey ile onun oğlunun iğrenç görüntüsü ta eve gelinceye dek gitmedi. Onlar, Pelen Ağa’nın eskiden beri bastırıp içinde tuttuğu intikam duygusunu körüklüyor, sönen ateşini alevlendiriyordu. İhtiyar yürüyerek gelirken derin derin nefes alıyor; sinirden dudaklarını ısırıp diş biliyor; başını iki yana sallayarak kendi kendine homurdanıyordu:

      “Ah, önceden bu alçağın pinti babasında kalan intikamıma hayıflanıp duruyordum. Gel, gör ki bu sümüklü de iyileşmeyen yarama tuz bastı. Ah, rezalet getiren haramzade! Niçin ben onun oracıkta karnını deşmedim ki? Kelle başına bir ölüm, değil mi? Hayır, ‘Kazana yaklaşırsan karası bulaşır.’ Ayrıca bir kuş yüzünden kan dökmek yakışık almaz. Boş ver, bu da fakir fukaranın Hesip Bey’den almak için yanıp tutuştuğu öçlerden biriymiş demek ki.”

      Pelen Avcı içinden konuşa konuşa gelip evden küreğini aldı ve köyün ilerisindeki tepeye doğru yöneldi. Tepenin altında bir çukur kazdı. Sanki kuşu dirilecekmiş gibi onun yüzüne baka baka sonunda onu usulca çukurun dibine yerleştirdi. Cesedin üzerine bir an kum atmaya gönlü el vermedi, uzun süre kulak kabartıp bekledi. Birden onu tekrar kucağına aldı ve geri döndü. Güya çukur canlanıp peşine düşecekmiş gibi ardına bakıyor, kuşku içinde hızlı hızlı yürüyüp gidiyordu:

      “Hayır, hayır, seni köpek gömer gibi gömemem, Algır’ım. Benim için senin en yakın akrabalarımdan farkın yok neticede.”

      İhtiyar, eve gelip içi eski püskü dolu çuvalı dökmeye başladı. Ancak yıpranmaya yüz tutmuş beyaz pamuk gömleğinden başka işe yarar bir şey bulamadı. Kuşu gömleğine sarıp kefen diker gibi gömleğin her yerini teyelledi. Yine her neyse bir şeylerle oyalandı. Yürekten alıştığı dostundan ayrılası gelmiyordu. “Kefenden” başı çıkan kartalın açık olan gözleri de ona sitemli bakışlarla