Erkan Karagöz

Tatar Çocuk Oyunları


Скачать книгу

çok boyutlu insan yaşamı geliştirmesine izin verir.” (Yazıcı, 2010: 174).

      Hollandalı kültür ve tarih profesörü Johan Huizinga, Homo Ludens Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine isimli eserine yazdığı ön söze (Huizinga, 2021a: 13-16) Homo sapiens (akıllı insan) teriminin eskiden biz insanlara sanıldığı kadar uygun olmadığının açıkça ortaya çıkmasından sonra bu eksikliği gidermek için Homo faber (imalat yapan insan) teriminin eklenmesinin uygun olacağı inancını eleştirerek başlamıştır. Ona göre bu terim de yetersiz kalmaktadır. Bu yüzden Homo Lu-dens (oyun oynayan insan) terimi, Homo faber teriminin yanında yer almayı hak etmektedir. “Oyun kültürden daha eskidir.” diyerek bu terimin fikir babası olan Huizinga, kültürün hangi ölçülerde oyunsal bir karakter gösterdiğini araştırmakla yola çıktığını ifade etmiş; insan uygarlığının, oyun olarak oyunun içinde ortaya çıkıp geliştiği savını bu kavram üzerinden irdelediğini belirtmiştir.

      Johan Huizinga, biçim açısından oyun kavramının kısaca tanımlanmasının mümkün olduğunu vurgulayarak “Olağan hayatın dışında yer aldığı hissedilen, özgür ve kurmaca ama yine de oyuncuyu tamamen içine çekme yeteneğine sahip bir eylem.” şeklinde bir tanım yapmış ve bu tanımı eyleme işi üzerinden “Oyun her tür maddi çıkar ve yarardan arınmış bir eylemdir. Bu eylem bilhassa sınırlandırılmış bir zaman ve mekânda gerçekleşmekte, belirli kurallara uygun olarak, düzen içinde cereyan etmekte ve kendilerini gönüllü olarak bir esrar havasıyla çevreleyen veya alışılmış dünyaya yabancı olduklarını kılık değiştirerek vurgulayan grup ilişkileri doğurmaktadır.” sözleriyle açmıştır. (Huizinga, 2021a: 33).

      Johan Huizinga, bir başka eseri Homo Ludens – Oyunun Kültürel İşlevi Üzerine Bir İnceleme isimli çalışmasında Zondervan (1928) ve Buytendijk’in (1932) oyun teorilerine yer verdiği eserlerinden faydalanarak oyunun biyolojik etkileri üzerine yapılan tanımları şu şekilde özetlemiştir: “Oyunun biyolojik etkilerini tanımlamak için yapılan sayısız girişim, çarpıcı bir çeşitlilik göstermektedir. Kimilerince oyunun kökeni ve esasları aşırı yaşam enerjisini boşaltmanın bir yolu olarak, bazılarınca da bir takım taklitçi içgüdünün tatmini ya da yine basitçe bir rahatlama ihtiyacı şeklinde tanımlandı. Bir teoriye göre oyun, genç yaratık adına hayatın ileride talep edeceği ciddi işler için bir eğitim teşkil eder. Bir başkasına göre bireye gerekli olan kısıtlı bir egzersiz imkânı sunar. Bazısı, oyun prensibini belli bir beceriyi çalıştırmak için doğuştan gelen bir dürtüde veya hükmetme ya da rekabet etme arzusunda bulur. Gerçi başkaları da onu zararlı dürtülerin dışa vurumu olarak bir duygusal boşalma, tek taraflı aktivite ile harcanan enerjinin lüzumlu yenileyicisi, arzu gerçekleştirimi, şahsi değer duygusunu idame ettirmek için tasarlanmış bir kurgu vs. saymışlardır.” (Huizinga, 2021b: 10).

      Johan Huizinga, oyunun kültürel işlevini konu aldığı eserindeki Oyun Kavramının Dildeki İfadesi adlı bölümünde belli başlı dillerdeki İngilizce play kelimesine karşılık gelen kelimeleri anlam bilimsel bir bakış açısıyla çözümlemeye çalışmış ve “Böyle bir kavram, bence şu şekilde oldukça iyi betimlenmiştir.” diyerek şu tanımı yapmıştır: “Oyun, tanımlanmış zaman ve mekân dâhilinde, kabul etmekte serbest olunan ama kesinlikle bağlayıcı kurallarla kendi içinde bir maksada sahip ve bir heyecan, eğlence ve sıradan hayattan farklı olduğunun farkındalığı hissinin eşlik ettiği gönüllü bir aktivite ya da meşguliyettir.” (Huizinga, 2021b: 40).

      Mantık ve dil felsefesi alanında yaptığı çalışmalarla yirminci yüzyılın en önemli filozofları arasında gösterilen Avusturyalı Ludwig Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar isimli eserinde “Oyunun ne olduğunu bilmek ne demektir? Bilmek ama söyleyememek ne demektir? Bu bilgi dile getirilmemiş bir tanımın bir tür eş değeri midir? Öyle bir tanım ki dile getirilecek olsa bilgimin ifadesi olarak kabul edebilecek olayım onu.” biçimindeki sorduğu sorulara cevaplar bulmaya çalışarak “oyun” sözcüğüyle oynanan dil oyununun kavramsal bir analinizi yapmıştır: “Örneğin ‘oyun’ dediğimiz süreçleri ele al. Bir oyun tahtası üzerinde oynanan oyunları, kâğıt oyunlarını, top oyunlarını, mücadele içeren oyunları, vs. kastediyorum. Bunların hepsinde ortak olan nedir? – Hepsinde ortak olan bir şeyin olması gerek, yoksa ‘oyun’ denmezdi bunlara.’ deme – bunun yerine, hepsinde ortak bir şey olup olmadığına bak. – Çünkü bunlara baktığında, hepsinde ortak olan bir şey görmesen de benzerlikler, akrabalıklar göreceksin, hem de bir dizi. Söylediğim gibi: Düşünme, bak! – Örneğin, tahta üzerinde oynanan oyunlara bak, türlü çeşitli akrabalıklarıyla. Şimdi de kâğıt oyunlarına geç: Burada ilk kümedekilere denk düşen pek çok şey bulacaksın ama pek çok ortak özellik kaybolacak, yenileri ortaya çıkacak. Şimdi de top oyunlarına geçersek kimi ortak şeylerin korunduğunu, ama pek çoğunun da kaybolup gittiğini görürüz. – Hepsi de ‘eğlendirici’ midir? Satrancı dokuztaşla karşılaştır. Ya da hepsinde kazanmak ve kaybetmek veya oyuncular arasındaki rekabet midir söz konusu olan? Pasyansı düşün. Top oyunlarında kazanma ve kaybetme vardır ama bir çocuğun topu duvara atıp tutmasında bu özellik ortadan kaybolur. Beceri ve şansın nasıl rol oynadığına bak. Ve satrançtaki becerinin tenistekinden ne denli farklı olduğuna.” (Wittgenstein, 2007: 51-55). Yücel Dursun, Oyunun Ontolojisi isimli eserinde Wittgenstein’ın bu görüşlerine ontolojik bağlamda bir yorum getirmiştir: “Tüm bu oyunlardaki benzerlikler, Wittgenstein’a göre, aile benzerlikleri gibidir: göz rengi, saç rengi, boy vs. özellikler akraba kişilerin bazıları arasında bir süre devam edip görünür ama daha başka bireylerde görünmez yani kesilir ve sonra da yeni tip özellikler ortaya çıkar. Kısacası, Wittgenstein, bütün oyunlarda başından sonuna kadar sürüp giden bir ortaklığın olmadığını savunur. Benzerlikler, bir halatı meydana getiren iplikçikler gibidir. Biri bir süre devam eder sonra onun bittiği yerde ya da iç içe geçmiş bir şekilde diğeri uzar. Bütündeki bir ortaklıktan, genellikten söz edilemez. Söz konusu durumda, bu ya da şu oyundan, bu ya da şu özellik(leriy)le söz edilebilir ancak. Böyle olduğunda da bütün oyunlar, tanımca ya da bir ortaklıkla ‘sınır’lanamaz. Oyunlar bütünde düşünüldüğünde, sonuç olarak bir aile oluştururlar der Wittgenstein. Dolayısıyla Wittgenstein, bütün oyunlarda ortak tümel bir benzerliğin olmadığını düşünür Yani oyunların hepsinde bulunabilecek ayrı bir özelliğin, benzerliğin, ortaklığın olmadığını iddia eder. Wittgenstein’ın bu iddiasına bakılırsa onun soruşturmasındaki en önemli noktanın, çeşitli oyunları boydan boya kuşatan, dolayısıyla hepsinden geçerek onları sınırlayan bir tümelin var olup olmadığına ilişkin ontolojik bir temelde çıktığı görülebilir.” (Dursun, 2019: 13).

      Özellikle çocuk psikolojisi alanında çalışmalar yapan İngiliz psikanalist Donald W. Winnicott, Oyun ve Gerçeklik isimli eserinde “Oyun oynama bir deneyimdir; her zaman yaratıcı ve mekân-zaman sürekliliği içinde yer alan bir deneyim, temel bir yaşama biçimidir.” (Winnicott, 2013: 71). diyerek psikanaliz açısından oyun ile ilgili olarak şu görüşlerde bulunmuştur: “Psikanaliz, psikoterapi, oyun malzemesi ve oyun oynama sıralamasını tersinden yapmak gerektiğine dikkat çekmek istiyorum. Bir başka deyişle, sağlığın göstergesi olan ve evrensel olan şey oyundur, oyun oynama büyümeye, dolayısıyla da sağlığa katkıda bulunur, grup ilişkilerine girmeyi sağlar, psikoterapide bir iletişim biçimi olabilir ve son olarak psikanaliz oyun oynamanın insanın kendisiyle ve başkalarıyla iletişim kurmasına hizmet eden çok özel bir biçimi olarak gelişmiştir.” (Winnicott, 2013: 61-62).

      Hermeneutik felsefesinin (yorum bilgisi) önemli temsilcilerinden Alman Hans-Georg Gadamer, Güzelin Güncelliği – Bir Oyun, Sembol ve Festival Olarak Sanat isimli eserinde oyun kavramını “hareket kabiliyeti” üzerinden yorumlamıştır: “Canlı olan, kendi içerisinde hareket içgüdüsüne sahiptir,