Cengiz Aytmatov

Şafak Sancısı


Скачать книгу

eski göçebe kültürünün özü olarak vasıflandırabiliriz. Mesela, birisi ev mi inşa edecek, asar18 yapılır, köy halkı hep beraber yardıma gelirmiş. Düğün veya ölüme, kimin olduğuna bakılmaksızın tüm köylülerin ortak meselesi olarak bakılır ve böyle mühim işlerden geri kalmak büyük bir ayıp sayılırmış.

      İshak isminde bir dayım vardı -Allah rahmet eylesin-. İyilikte onun eline su döken yoktu. At sırtında dahi olsa yerde taş gördüğünde iner, alır taşı kenara, kimsenin takılmayacağı bir yere atardı. Bunun sebebini soranlara da “Bizden sonra geçenler takılıp düşmesinler” diye cevap verirdi.

      Her yıl bahar aylarında Badam Nehri dolup taşardı. Sel, köyün tam ortasındaki köprüyü alır götürür, köy halkı birbirine ulaşmakta zorluk çekerdi. İshak Dayım atıyla çok rahat bir şekilde nehirden geçebilmesine rağmen, sadece kendini düşünmez, kimseden yardım da beklemezdi. Avlusundaki kavak ağaçlarını keser, köprüyü bir an önce tekrar kurmanın telaşına düşerdi. Tabii köylüler onu görünce utanır, toplanır ve hep beraber köprüyü inşa ederlerdi.

      Ahlakta ve millî değerlerimize sahip çıkmakta onun gibisi yoktu bizim köyde. Ne yazık ki kansere yakalanmış, yatağa mahkum olmuştu. Vefatından birkaç gün önce beni çağırarak; “Yavrum, atalarımızın yolundan gitmek üzere hazırlık yapmaktayım. Yakında öleceğim” dedi ve sesi kısıldı. Biraz sonra tekrar kendine gelerek; “Sana danışacak çok önemli bir mesele var. Canım yavrum, şair olacağım diye hayli zamandır çabalıyorsun. Çok az kimseye nasip olan bu soylu sanatın kıymetini anlarsan, bahtın açılır. Çünkü söz kudretli bir tılsımdır, temizlik ister. İçin dışın tertemiz olmalı. Dünyanın cazibesine takılıp yanlış adım atarsan, ağzından çıkanın hiç bir kıymeti kalmaz. Başın belaya girer” dedi ve devam etti. “Senden en son isteğim şu: İçkiden uzak dur. Zaten içmediğini biliyorum. Bundan sonra da içmezsen çok memnun olurum. Tercih senin. İlla ki benim dediğimi yap demiyorum; iyice düşün, taşın. Kesin kararını kendi ağzından duymak istiyorum. Zamane adeti dersen, kendine güvenin yoksa söz verme. Ben rencide olmam…” dedi.

      – “Ata düşünmeye bile gerek yok, dileğiniz buysa tamam. Benden söz!” dedim. Dayım çok sevindi. “Allah ne muradın varsa versin! Bahtın açılsın!” diye bir deri bir kemik kalmış elini elimin üstüne koyarak memnuniyetini belirtti:

      – Artık gözüm arkada kalmayacak. Allah’ın emanetini iade etmeye hazırım.

      Aramızda geçen bu konuşmadan iki gün sonra vefat etti.

      Annem, Umsın Aytbaykızı ise 1994’te 85 yaşında Allah’ın rahmetine kavuştu. O sıralar ben Kırgızistan’a Kazakistan Büyükelçisi olarak yeni gelmiştim. Annemi siz de çok iyi tanıyorsunuz. Bir çok kere misafiri de olmuştunuz. Anam 13 çocuk doğurmuş. Ne yazık ki kardeşlerimin hepsi daha küçükken, olur olmaz rahatsızlıklar sebebiyle ölmüşler. Merhum anacığım, ben bir yere sefere çıkarken üç çeşit erzakı mutlaka çantama koyardı: Yağda kızartılmış katlama ekmek, kazı19 ve kurt.20

      O zamanlar Moskova’ya, çeşitli toplantılara çok giderdik. Anam, arkadaşlarıma götürmem için bu üç yiyeceği özenle hazırlardı. Rus şairi Yevgeniy Yevtuşenko’ya karşı ayrıca saygı beslerdi. Oğlunun şiirlerini (Rusça’ya) çevirip zor günlerde yardım elini uzattığı için mi, yoksa ailece sevdiğimizden mi bilmem, onu çok severdi.

      Moskova’ya otele gelince; “Buyurun bunları size annem yolladı, memleketimin geleneksel yiyeceklerinin tadına bakın” diye anneciğimin göndermiş olduklarını çantamdan çıkarır, masanın üstüne koyardım. Yevgeniy Aleksandroviç bir ara bana, “Senin anan bana Kazak köyünü çağrıştırıyor” demişti.

      SSCB Yüksek Kurulu üyesi olarak Moskova’da çalıştığım yıllarda, en yakın dostlarımız Rasul Hamzatov ve David Kugultinov’la çok samimiydik. O zaman, Yüksek Kurul üyeleri için Moskova Oteli’nde özel odalar ayrılırdı; biz orada kalırdık. Köyümün üç çeşit yemeğinin çok sık olarak bende bulunduğundan haberdar olan Rasul Gamzatov; “Apamın21 gönderdiklerini ne zaman yiyeceğiz? Bak bana, sakın başkalarına ikram ettim bitirdim deme, bize yutkunmak düşmesin” diye hep şaka yapardı.

      Bir gün Almatı’dan geldiğimde buzdolabını bomboş buldum. Kazı ile katlamadan eser bile kalmamıştı. İki üç tane kurt bırakmışlar. Her zaman, kendim içmesem de misafire ikram ederim diye içki, konyak bulundururdum. Boşalmış şişeleri masanın altında görünce, kimlerin bu işi yaptığını hemen anladım. Tam o sırada telefon çaldı. Ahizeyi kaldırdığımda, David Kugultinov’un her zamanki şakacı sesini duydum: “Bizim izimizi tanıdın mı? Sen yokken (vestiyerden) anahtarını alıp Rasul ikimiz odana girdik. Uzun zamandır senin davetlerine icabet edememiştik. Köyüne de gidemedik diye üzülüyorduk. Ananın gönderdiklerinin tadına baktık. Bundan sonra kimse bizim senin memleketine gitmediğimizi iddia edemez.”

      İkimiz de güldük. Burada, annem hakkında daha enteresan bir hadiseyi anlatayım. Rahmetli anneciğim her ay emeklilik maaşını alır almaz evin yanındaki bakkaldan toptan bisküvi, şeker alır; cebine doldururdu. Anamın avluya çıkmasını komşu çocukları iple çekerdi. Anamı görür görmez etrafını sararlar, sevinç çığlıkları atarlardı. Anacığım, cebindekileri çocuklara dağıttıkça zevk alırdı.

      Bir gün, Guryev (şimdiki Atırav) bölgesine gittiğim sırada, Ravil Şırdabayev isimli gençle tanıştım. Ravil doğduğu yerin tarihini, millî geçmişimizi çok iyi bilen, halk arasında anlatılan menkıbelerden haberdar, tam manasıyla vatansever birisi idi. Onunla konuşa konuşa anlaştık, anlaştıkça yakınlaştık ve samimi dost olduk. 19. yüzyılın meşhur mücadeleci şairi, Atırav’da doğup büyüyen Mahambet Ötemisoğlu hakkındaki çok dehşetli bir vakıayı Ravil’den dinledim. Sonradan bir şiirimde anlattım.

      Atırav seferimin sonunda Balıkçı İlçesi bana “Fahri Balıkçı” unvanını vermişti. Gelenek gereği, misafire at bindirmek gerekiyordu. Ancak onlar at yerine ağırlığı 60-70 kiloluk bekire balığını hediye etmişlerdi. Jayık Nehrinde yaşayan, köpek balığı sınıfından olan bekirenin vücudunun % 25’i siyah havyardan ibaret imiş.

      Atırav’ın ileri gelenleri, beni hava alanına kadar uğurladılar. Hatta Balıkçı İlçesi Komünist Parti Komitesi Başkanı Orınbasar Erkinev uçağa kadar benimle geldi, elindeki kocaman valizi yanıma koydu ve; “Sakın şunu unutmayın!” dedi.

      – “O ne?” dedim ben şaşırarak.

      – “Hani geçen size hediye ettiğimiz balık vardı ya, onun havyarı”.

      Yaklaşık 15-20 kilo siyah havyar, o zamanın şartlarında çok büyük para ederdi. İşin enteresan tarafı bundan sonra başlıyor. Ben seferden döndükten birkaç gün sonra annem Şımkent’e misafirliğe gitmişti. Annem gider gitmez benim hanım buzdolabını açmaz mı? Bir de ne görsün! Atırav’dan getirdiğim siyah havyardan nerdeyse hiç kalmamış.

      – “Yine cömertliğin mi tuttu? Havyarı kime verdin?” dedi hanım.

      – “Hayır, hayır! Buzdolabına yaklaşmadım bile”, deyip kendimi savunmaya başladım. Evdekiler de şaşkın.

      Çok geçmeden, kaybolan havyarın sırrı açıldı. Akşam işten dönerken avluda karşılaştığım, komşumuz olan yaşlı Rus kadını;

      – “Muhtar balam nasılsın? Çok yaşa yavrum. Senin gönderdiğin hediyeye çok sevindik. Çok pahalı yiyecek ya. Bizim gibi emeklilik maaşıyla zar zor geçinenlerin nasıl alsınlar onu? Neredeyse altı ay yeriz” diye teşekkürlerini yağdırdı. Ben, kadının neyi