Cengiz Aytmatov

Şafak Sancısı


Скачать книгу

kişiye selam vermeyen, yıllarca komşu oturup birbirinin yüzünü bile görmeyen, davetsiz birbirinin kapılarından bile bakmayan şehirlilerle uzun süre birlikte yaşamasına rağmen, anamın kanına, canına işleyen köy zihniyeti, köylülere has cömertlik, konukseverlik psikolojisi hiç değişmedi.

      Şike, baştaki konumuza geri dönsek mi, ne dersin? Şeker Köyü’ndeki liseye babanız Törekul Aytmatov’un adını vermişler. Lisenin avlusunda meşhur mimar, Lenin Ödülü sahibi Profesör Turgınbay Sadıkov tarafından yapılmış babanızın heykelini dikmişler. Babanız Törekul’un, “halk düşmanı” iftirasıyla tutuklanana kadar büyük bir devlet adamı olduğunu biliyoruz…

      Aytmatov: Değil görmek veya yaşamak, o yılların dehşetini duymak bile çok ağır. Babam Moskova’da, Kızıl Professura Enstitüsünde okurken anam Nağima Hamzakızı, dört çocuğuyla birlikte yatakhanede kalıyordu. Çocuklardan en büyüğü olan ben, dokuz yaşındaydım. En küçük kardeşim Roza ise altı aylık bebekti. Tüm Sovyetler Birliği’ni dehşet sarmıştı. 1937’nin Ağustos, Eylül aylarındaki Pravda gazetesinde, “Burjuva Milliyetçileri” ve “Kırgızistan Merkez Komünist Parti Komitesinin karmaşık siyaseti” konularında iki makale yayınlanır yayınlanmaz devlet idaresindekiler kara listeye alınmaya başlandı. Babam da onların arasındaydı. Tehlikenin yaklaştığını hisseden babam; “Çocuklarla geri dön. Beni tutuklayacak olurlarsa seni de halk düşmanının hanımı diye sorguya çekebilir, sürgün edebilirler. Kimsesiz kalan yavrularımızı öksüzler evine teslim eder, soyadlarını değiştirirler. Frunze’ye değil, doğru Şeker’e gidin. Ata yurt, akraba sizi aç bırakmaz. Yaşadığım sürece mektup yazar, haberleşmenin yollarını araştırırım” deyip, anamı Kazan tren istasyonundan trene bindirmiş. Tren kalktığı zaman, bir hayli mesafeye kadar bize el sallaya sallaya koşmuş, koşmuştu. Değerli eşiyle candan sevdiği dört yavrusunu son defa uğurladığını Allah o anda ona hissettirmiş olmalı.

      Moskova’dan kalkan tren Orınbor, Saratov üzerinden Kazakistan’ın geniş bozkırlarından geçerek yedi gün sonra Maymak İstasyonunda durdu. İndiğimizde gece yarısıydı. Dağlık yerlerdeki geceyi bilirsin. Durduğu yerde insanın içine ürperti salan kapkaranlık o geceyi hayatım boyunca hiç unutmadım. Ertesi gün, Subanbek Ağa’nın arabasıyla Alımkul’un Şeker’deki evine gittik.

      Babamın Moskova’dan postane fişine alelacele yazdığı en son mektubunu halen saklıyoruz. Enstitüden atıldığını yazıyordu. “Acaba ne zaman tutuklayacaklar?” der gibi tedirgin hali her cümlesinden belliydi. Anam Nağima’ya gözbebeği dört yavrusunu emanet ettiğini, kendisinin suçsuz olduğunu ve gücünü kuvvetini genç Kırgız Devletinin gelişmesi için sarf ettiğini anlatıyordu mektubunda.

      Babam, çok geçmeden, 1 Aralıkta Moskova’daki Vorovskiy Sokak 25/15 nolu dairede tutuklanıyor; Frunze’ye (şimdiki Bişkek) trenle getirilip hapse atılıyor ve sorguya çekiliyor.

      Dedem Aytmat’ın, Birimkul adlı bir kardeşi varmış. Birimkul’un Alımkul, Özibek ve Kerimbek isminde üç oğlu olmuş. Alımkul amca, babamdan birkaç yaş büyüktü. Şeker Köyü muhtarıydı. Hanımının ismi Ajar’dı. Bir de Toktagül adında kızı vardı.

      Halk Düşmanının ailesi olarak memlekete döndüğümüzde, birçok insanın bizden uzak durmaya çalıştığını da hissediyorduk. Gözüne ilişenin şahit gösterilip pirenin deve yapıldığı o devirde, biriyle küsmek de yersiz olurdu. Kimisi barınacak yer, kimisi de yiyecek tedarik ederek bize sahip çıkmaya çalışan akrabalarımızın varlığına ne kadar şükretsek azdı.

      Ancak o günler de uzun sürmedi. Bir ay sonra Alımkul’u, halk düşmanının amcası olduğu bahanesiyle tutukladılar. Bazen kader insanı öyle imtihan ediyor ki, olaylar karşısında elin kolun bağlı kalıyor. Alımkul’u götürdükten birkaç gün sonra onun polis olan kardeşi Özibek’i de halk düşmanının akrabası diye hapse attılar.

      Babamın kardeşi Rıskulbek, biz Moskova’dayken Frunze şehrindeki Pedagoji Lisesinde okuyordu. Çok sessiz, iyiliksever birisiydi. Memlekete döndüğümüzde Rıskulbek’i Karakız Halamın evinde bulduk. Halk düşmanının yolması sebebiyle onu da liseden atmışlardı.

      Bir gün sabah erkenden uyandım. Karakız Halam ile anam ağlıyorlardı. Çok ağlamış olacaklar ki, yüzleri gözleri şişmişti. Meğer İç İşleri Halk Komiserliği görevlileri gece yarısı baskın yapmışlar, Rıskulbek’i de götürmüşlerdi. Böylece, bizim sülaleden dört kişi çok kısa zamanda kayıplara karışmıştı.

      Şahanov: O devrin hikâyelerini dinledikçe, halk düşmanı çıkmayan köy hiç yok mu diye düşünüyor insan. Hatta bazı kimselere öyle iftira atmışlar ki, uydurulan bahanelere çocuk bile güler. Suçsuz masum inanları olur olmaz nedenlerle öldürmeye, hapsetmeye nasıl cesaret ettiklerine şaşıyorum. Hani sizin eserleriniz üzerinde araştırma yapan Profesör Rustam Rahmanaliyev var ya, onun babasının nasıl tutuklandığını duymuş muydunuz?

      Aytmatov: Hayır duymadım.

      Şahanov: Rustam’ın babasına dışarıda birisi tütün ikram eder. Sonra da tütünü sarması için eline bir gazete parçasını verir. Zavallı adamcağız, hiçbir şey düşünmeden tütünü gazete kâğıdına sarar, içmeye başladığı anda karşısında birisi belirir ve tütünü sardığı gazete kâğıdını tekrar açmasını emreder. Zavallı adam kâğıdı açınca bir de ne görsün, yanmış Ulu Rehber Stalin’in resmi. İşte tutuklanma organizasyonunun bir örneği. Siz konuşmanıza devam edin.

      Aytmatov: Alımkul amcam hapiste öldü. Özibek’ten ilk başta Aktuz kurşun madeninde çalıştığından bahseden bir mektup almıştık. Savaş yıllarında haber alamadık. Hapishanenin ağır işlerinde çalışırken veya savaş meydanında ölmüş olabilir diye düşündük.

      Çocukken köyün ta öbür ucundan beliren postacıyı görür görmez, babamdan veya amcalarımdan mektup geldi mi diye heyecanlanırdık. Bizim bekleyiş içindeki bakışlarımızdan postacı çok rahatsız olurdu. Yanımızdan çabuk ayrılmak isterdi. Savaştaki babalarından, ağabeylerinden haber bekleyen çocukların mahzun duruşlarının zavallı postacıyı ne kadar üzdüğünün şimdi farkındayım.

      Bir gün Rıskulbek’ten mektup geldi. Apam yüksek sesle okudu. Mektubunda her birimizi ayrı ayrı sormuş. Sağlık durumumuzu filan merak etmiş. Özellikle ağabeyi Törekul’u çok merak ettiğini yazıyor ve devam ediyordu: “Bizi Mançurya sınırlarına getirdiler. Yol yapım işlerinde çalışıyoruz. Hava çok soğuk, giysilerimiz de çok ince. Böbreklerimi üşüttüm. Çalışma şartları çok ağır. Herkese belli bir norm belirleniyor. O normu bitiremeyene yemek vermiyorlar. Ağır kaldırdığımda böbreklerim öyle canımı yakıyor ki… Dolayısıyla aç kalıyorum, ne ölüyüm ne de diri… Sizin durumunuzu da tahmin ediyorum çoluk çocuk… Eğer imkânlar elverirse, bir torbayla talkan gönderirseniz 5-6 ay daha yaşayabilirim”.

      Bunları duyan Karakız Apam ağlamaya başladı. Tabii biz de ağladık. Ruskulbek’in müşkül durumuna çok üzüldük. Hiç vakit geçirmeden Karakız Apamla annem buğday kavurdular. Bütün gece onu değirmende öğüterek talkan (kendisinden içecek yapılan ince bulgur yarması) hazırladılar. Sabah erkenden Apam torbaya koydukları talkanı alıp yürüyerek ilçe merkezindeki postaneye gitti.

      Akrabalarının gönderdiği bu emanetin Ruskulbek’e ulaşıp ulaşmadığını bilmiyoruz. Bir daha mektup gelmedi. Büyük ihtimalle talkan ona ulaşmamıştı. Böylece, o da son nefesini gurbette vermiş oldu.

      Biz eskisi gibi, Şeker’de, Karakız Halamla Dosalı Eniştemin evinde kalmaya devam ettik. Onların büyük bir dere kenarında iki odalı evleri vardı. Bir odada kendileri kalıyordu, ikincisini de bize ayırmışlardı.