Cengiz Aytmatov

Şafak Sancısı


Скачать книгу

şeridi gibi gözümün önünde canlanıverdi.

      – “Canım yavrumun, Törekul’umun yavrusunun eseriymiş bu meğer”, deyip kitabı bağrıma bastım, ağladıkça ağladım.

      O anda kendimden öyle nefret ettim ki. Darda kaldığımda yardımını esirgemeyip bana güvenen insanın ahiretlik isteğini yerine getiremediğimi düşündükçe, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Her şeyi teferruatıyla anlatarak Cengiz’e mektup yollamak, torbayı nehre attığım için, daha doğrusu acizliğim için ayaklarına kapanarak özür dileyecektim. Birkaç kere buna yeltenmeme rağmen, cesaretimi toplayamadım.

      Geçenlerde, doktorumun kız kardeşimle konuşmasına kulak misafiri oldum. En fazla bir ay ömrüm kaldığını söylüyordu. Bu lafı duydum duyalı uykum kaçtı. Öbür dünyaya, Törekul’un üzerimdeki hakkıyla nasıl gideceğim? Ahirette kavuşursak, “Tanrıverdi, erkek değil misin sen, imkânların elverdiği takdirde neden hiç olmazsa çocuklarımdan birine selamımı iletmedin?” derse ona ne cevap vereceğim; ne yüzle onun karşısına çıkacağım” diye düşündüm. Sonra kız kardeşime rica ettim, dedim ki: “Eğer bu dünyadan gönlümün rahat gitmesini istersen, ne yapıp edip beni Törekul’un çocuklarından birisiyle görüştür. Yalvarayım yakarayım, ayaklarına kapanarak özür dileyeyim”. Allah duamı kabul etmiş… Hasta amca, “Yavrum, tüm Törekul ailesi adına sen beni affet, ne olursun affet”, deyip çocuk gibi ağlamaya başladı.

      “Amca üzülmenize gerek yok. Sizin suçunuz değil ki. Kasten yapmadığınız malum. Zulmün köküne kadar işlemiş olduğu, lanet olası o devrin hatasıdır bu” diye ihtiyarı teselli etmeye çalıştım. Canım babacığımın en son dakikalarının şahidi, gözümün önünde zar zor nefes alarak hayatının en son anlarını yaşamakta olan zavallı ihtiyarı kucaklamıştım, göz yaşlarım durmak bilmiyordu.

      Aytmatov: Evet, babamızın Tanrıverdi Alapayev’la 1938 yılında yolladığı selam, 1975’de bize ulaştı. Annemizin vefatı üzerinden dört sene geçtikten sonra yani.

      Şahanov: 1938 yılının çok soğuk bir sonbahar günü, şimdiki Bişkek’in dağlık tarafında yerleşen Çontaş’ta İç İşleri Halk Komiserliği Dinlenme Tesislerinin yanında, kimliği belirsiz birileri birkaç arabayla bir grup insanı getirmiş, gizlice öldürerek önceden hazırladıkları çukurlara gömmüşler. Olaylara, o zaman tesislerin koruma görevlisi olarak çalışan Abılkan Kuduraliyev isminde bir aksakal uzaktan tanık olmuş. Sonradan da ihtiyar uzun yıllar boyunca oraya gider, ölenlerin ruhuna Kuran okuyup dua edermiş. Abılkan Aksakalın Bübüra adında, 1928 doğumlu, yani sizin yaşıtınız olan bir kızı varmış. Aksakal Bübüra’ya, “Bak kızım, burada pek çok kişi gömülüdür. Devir düzelirse yetkili kimselere söylersin. Sakın şimdilik kimseye tek kelime söyleme” diye tembihlemiş. Kırgızistan demokrasi yoluyla bağımsızlığını kazandığı sırada Bübura Apay babasından duyduklarını kâğıda geçirerek, Güvenlik Komitesine mektup olarak göndermiş. Komitenin bölüm başkanı olarak çalışan Bolat Abdurahmanov adlı genç, beraber çalıştığı makam ve rütbe düşkünü bazı kimselerin itirazlarına rağmen, kazı operasyonlarını organize etmiş. Ve orada 137 kişinin gömülü olduğu belli olmuş. Kazı esnasında, kurumuş kemikler arasından sizin babanız Törekul Aytmatov’u kurşuna dizme emrinin yazıldığı üç sayfalık yazı bulunmuş. Arşivlerin aranması sonucu burada sizin babanızla birlikte Kırgızların Jusip Abdurrahmanov, Kasım Tınıstanov, Erkinbek Esenamanov, İmanali Aydarbekov, Bayalı İsakeyev, Asanbay Jamansariyev, Osmankul Aliyev, Sıdık Çonbaşev gibi zirve şahsiyetlerinin defnedildiği ortaya çıkmış. Kara günlerin hatırası olan bu medfene “Ata Beyit” [Ata Mezarlığı (Ç.N.)] adı verilip, suçsuz oldukları halde “Halk Düşmanı” veya “Vatan Haini” olarak hüküm giyen merhumların kemiklerini (naaşlarını) tekrar defin merasimine Cumhurbaşkanı Askar Akayev katılmış, siz de ta Lüksemburg’tan özellikle gelip iştirak etmiş, bir konuşma yapmıştınız. Orada bulunanların söylediklerine göre herkes çok heyecanlanmış, çok ağlamışlar. Kırgızistan’da 1995 yılından itibaren 25 Kasım, Cumhurbaşkanının özel emriyle “Suçsuz Sürgünleri Anma Günü” olarak ilan edildi. Merasime ikimiz birlikte gitmiştik. O kadar kalabalıktı ki, iğne atsan yere düşmezdi. Bizi ilk karşılayanlar, kız kardeşleriniz Lüsya ile Roza oldu. Ellerinde çelenk, ağlamaktan gözleri şişmişlerdi. Düğer yanda gençler -büyük ihtimalle üniversite öğrencileriydi- gençliğin tam zirvesi olan 35 yaşındaki simsiyah gür saçlı, gözleri ışık saçan, düşünceli düşünceli kalabalığa bakan Törekul Aytmatov’un, bembeyaz saçlı, hayatın her türlü zorluğunu aşarak tüm dünyada meşhur olan oğlu sizden çok genç gösteren büyük fotoğrafını tutmuşlardı. Her hallerinden, onunla iftihar ettikleri belliydi.

      Aytmatov: Aradan 53 sene geçtikten sonra, 137 kişinin kurumuş kemikleri arasından babama idam cezası verildiğine dair belgenin bulunmasıyla, gönlüm allak bullak oldu. Değil insan kemiği, çeliği bile çürüten yarım asırdan fazla zaman aralığında babamın cebindeki üç sayfalık evrakın hiçbir zarara uğramaması, şaşılacak şeydi doğrusu, Muhtar kardeşim! Allah var, adalet geç de olsa yerini buldu. Fakat geçmişte kalan uykusuz geceleri, maruz kaldığımız hakaretleri ve zulmün karşısında elimiz kolumuz bağlı zavallı durumumuzu Allah insana değil, hayvana bile göstermesin diyorum.

      Şahanov: Şike, müsaadenizle konuşmamızı yine kardeşiniz Roza’nın anlattıklarıyla devam ettirsek:

      “Anamız vefatına kadar Cengiz’le birlikte yaşadı. Çocuklarının en büyüğü olmasından ziyade, onunla manevi ortak yönleri çoktu. Annem Cengiz’in her eserini, hatta makale ve röportajlarına varıncaya kadar hazmederek okuyordu. Anam Sovyet edebiyatına, dünya edebiyatına oldukça aşinaydı.

      Cengiz’in edebiyat alanında Lenin Ödülünü almasıyla sadece Kırgızlar değil, Sovyetler Birliği’ndeki diğer milletler de, özellikle Orta Asya ve Kazakistan halkı, gurur duydu. Zira bu ödül o yıllarda Sovyetler Birliği genelinde ünlü olmanın ifadesiydi. Ona sahip olan kimse klasik edebiyatın yaşayan temsilcisi sayılırdı. Cengiz’den önce, o zamanın şartlarına göre paha biçilmez değerde olan bu ödüle Orta Asya ve Kazakistan genelinde bir tek şahıs, Muhtar Awezov, layık görülmüştü.

      Cengiz’in ödül aldığı gün, Aytmatovlar sülalesinin değeri bir anda yükseliverdi. Sovyetler Birliği dahilindeki her ülkenin en gözde gazeteleri bu olayı manşet yapmakla kalmamış, bir-iki sayfayı tamamen Cengiz’e ayırmışlardı. Telgraf sağanağına tutulmuştuk adeta. Bu zamana kadar bu dünyada yaşadığımızdan haberi olmayan çeşitli parti ve hükümet yetkilileri kimisi telefonla, kimisi de bizzat gelerek tebrik ediyorlardı. Sokakta, dükkanda, markette ve çeşitli kültür merkezlerinde millet Cengiz’in ödülünden gururla bahsediyor; birbirini kutluyorlardı. Tam o sırada, aksilik bu ya, annem hastanedeydi. Oş pazarına gidip anneme meyve almak için otobüse bindim. Otobüste elinde torbası, 50 yaşlarında bir amca, yanında oturan delikanlıya; “İşte, Kırgız halkı ulu şahsiyetler doğurabilecek bir millet olduğunu Cengiz’le bir kere daha ispatladı” diyor, sevincini paylaşıyordu. Bunları duyunca sevinç ve heyecandan ben de coşuyor, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Daha dün herkesin gözüne batan vatan haininin çocukları değil miydik? Ya Kerim Allah, bizim de yüzümüzün güleceği varmış! Babamın Cengiz ve İlgizle birlikte çekildiği resmi annem hep beraberinde, el çantasında taşırdı. Bu sefer o resmi hastanede yastığının yanına koymuş.

      Moskova’dan gelmekte olan Cengiz’i karşılamaya idareciler, akrabalar ve birçok dostu gitti. Karşılayanlar arasında eşim Esenbek de vardı. Ben hastanede annemin yanında kaldım. Cengiz, evine gitmeden önce annemi ziyaret etmeye geldi. Annem yerinden zar zor kalkarak (ayakları çok şişmişti) Cengiz’i kucaklarken çok ağlamıştı. Fakat annemin o andaki gözyaşları