Cengiz Aytmatov

Şafak Sancısı


Скачать книгу

gözden kaçırmayarak millî tarihî hafızayı muhafaza etmeye özen gösteren büyüklerinin olması -bir şair olman hasebiyle- senin için büyük bir şans” demişti.

      Aytmatov: Gerçekten ilginç bir olaymış yaşadığın. Gelecek nesle zararının dokunmaması için karar verme safhasında olan insan, işin teferruatını iyice düşünmeli. Buna benzer çok şey anlatılagelmiştir. Tabii her şey her zaman söylediğim gibi olmuyor. Mesela; dünyanın yarısını zulmü ile istila eden Cengiz Han yıllar sonra böyle olacağını düşündü mü? Aradan yüzyıllar geçti. Tabii ki Gurragça’nın hiçbir suçu yok, bunu senin köyünün büyükleri de biliyor. Ama tarihî hafızayı hafife almak mankurtluğun alametidir. Yani geçmişini unutursan ölmüşlerin hakkına girersin. Sadece bugününle yaşarsan gelecek neslin bedduasını alırsın.

      Tarihin sararmış sayfalarını çevirmeye devam edersek, kimbilir daha nelere şahit olacağız? Tarihî hafızanın silinmesini önleyeceğiz diye, Cengiz Han’ın yüzünden tüm Moğolları veya Hitler yüzünden Alman milletini suçlamaya hakkımız yok. Bir misal daha; bir zamanlar İngiltere ile Fransa arasında 100 yıllık bir savaş vuku bulmuştur. Bundan dolayı, İngilizler ile Fransızlar’ın birbirinin yüzüne bakmama gibi durumları olmadı.

      Demek istediğim; tarihî hafızanın dar çemberini aşmazsak, millet olarak akibetimiz iyi olmaz. Aynı zamanda onu hepten unutursak manevi mankurttan farkımız kalmaz.

      Soylu (köklü) bir millet, bütün dünyaya ortak manevi ve medeni değerlere dayanarak terazinin kefelerini denk tutmayı becerebilen bir ferasete sahiptir. Tıpkı bunun gibi yarınını düşündüren prensipleri olmasaydı, şu bozkır nasıl olur da “Köy Akademisi” diye adlandırılabilirdi?

      Şahanov: Çocukken yaşlıların güneşin batışını seyrederken, “Hayatın çoğu gitti, azı kaldı” dediklerini çok duyardım. Size büyüklerden duyduğum bir hikâyeyi anlatayım:

      Sırderya Nehri bir gece aniden taşmış. Derya kenarında oturan bir zenginin evini, barkını, çoluk çocuğunu, neyi var neyi yoksa hepsini sel götürmüş. Adam yüzme biliyormuş. Can havliyle kendini kurtarabilmiş. Kurtarmış kurtarmasına ama elinde hiçbir şeyi yok. Bu vaziyetteyken oturmuş, ellerini açmış; “Ya Rabbi akibetimi hayreyle” diye dua ediyormuş. İhtiyarı böyle bir durumda gören zengin bir genç ona gülerek; “Aksakal, yaşınız yetmişin üstünde. Dünya adına her şeyiniz gitti. Bundan sonra nasıl bir akibet bekliyorsunuz ki?” demiş. Yardım edeceğine, merhametsizce sırıtan adam, atını kamçılayıp oradan uzaklaşmış. Dünya bu ya, aradan bir kaç sene geçmiş, memlekette o zamana kadar görülmedik bir kıtlık başlamış. Sözünü ettiğimiz zengin gencin malı mülkü elinden gitmiş. Çoluk çocuğu açlıktan ölünce, tek başına kalan adam diyar diyar dolaşıp dileniyormuş. Derken Sırderya kenarında uzaktan tüten bir duman gözüne ilişmiş. Hızlı adımlarla ilerleyen adam bir çadırın önüne kadar gelmiş. Çadır sahibi hanım gelen misafiri içeriye buyur etmiş, aç olduğunu hissederek ikramda bulunmuş. Çadırın bir köşesinde iki üç çocuk aşık oynuyorlarmış. “Siz rahat olun, yemeğe buyurun, dinlenin. Birazdan beyim de gelir”, demiş kadın.

      Aradan çok geçmemiş ki eve önceden nehir kenarında karşılaştığı ihtiyar girmiş. İkisi de hemen tanımışlar birbirini. Et [Kazakların millî yemeği olan beşparmak kastediliyor (Ç. N.)] yenildikten sonra ihtiyar ev sahibi misafirine yönelerek anlatmaya başlamış; “Beni horlayıp gülerek yanımdan ayrıldıktan sonra, nehir kenarında ilerlemeye devam ettim. Çok mu yürüdüm az mı, bilemiyorum. Bu gördüğün topluluğa ulaştım. Başımdan geçenleri duyunca bana sahip çıktılar. Ellerinden geldiği kadar yardım ettiler. İşte bu gördüğün yengen o zamanlar dul bir kadınmış, evlendik; çoluk çocuğa karıştık. Günlük ihtiyaçlarımızı gidermeye yarayan birkaç hayvanımız da var. Tüm servetim bundan ibarettir. “Akıbetimi hayreyle” demekle kastettiğim işte buydu. Duam kabul oldu. Allah’a binlerce defa şükretsem yine azdır. Dünya malı elin kiri. Oğlum, o zaman sen çok büyük konuştun. Dünyaya dalmıştın, gözün hiçbir şey görmez olmuştu. Her şeyin bir bedeli olduğunu artık anlamış olmalısın”, demiş.

      Bu hikâyeyi anlatmamın sebebi, Şike, o ihtiyar gibi “Ya Rabbi, bizim de akıbetimizi hayreyle” deme zamanı bize de geldi…

      Aytmatov: Haklısın, ömrümüzün çoğu gitti, azı kaldı. Gün gelir, beşer olan herkes “Ya Rabbi sonumu hayırlı kıl” diyecektir muhakkak. Önemli olan, o an gelip çatana kadar hayat imtihanını verebilmek, utandırmayacak ameller işlemektir.

      Şahanov: İnsanoğlu dünyaya geldiği andan sağını solunu tanıyıp ayaklarını sağlam basacağı ana kadar onu eğiten de, tenkit ederek doğru istikamete yönlendiren de ortamıdır.

      Kızılkum Çölünde jantaq [deve dikeni] denilen bir bitki var. (Bunun hakkında bir şiir de yazmıştım.) Bu bitki kavurucu sıcaklarda bile yemyeşil renkte, kökünü kırk kulaç derinliklere, toprağın altına saldığı gibi çölleri süsler. Tam tersine kanbak [çöllerde yetişen, kökü toprağın yüzeyinde olduğu için hafif rüzgârdan kopan, çalıya benzer bir bitki. Rüzgârın önünde sürüklenir. (Ç. N.)] ise esen rüzgârın, kayan kumun istikametinde yuvarlanmaya devam eder. Köklülük (soyluluk) ve köksüzlüğün farkı işte bu kadar!

      Aytmatov: İnsanlar da aynen bu misalde olduğu gibi, Allah’tan, gelecek nesle devedikeninin derin köklü kaderini vermesini; yolu yönü belirsiz kanbağın anlamsız hayatından uzak eylemesini dileyelim. Kanbak gibileri toplum için her zaman tehlikelidir.

      Halk arasında, beklenmedik bir anda düşman eline esir düşen bir çocuk hakkında bir efsane anlatılırdı. Aradan uzun yıllar geçer, çocuk büyür, tabii bu arada doğduğu yeri (göbek kanının damladığı yeri), anne babasını, tek kelimeyle özünü unutmaya başlar. Kendi benliğinden sıyrılarak yabancı ülkenin her şeyini özümser. Aklını ve iradesini yerinde kullanarak esir düştüğü ülkenin idarecisi seviyesine yükselir. Günlerden bir gün, idarecinin doğduğu köyden gelen kervan atayurdun toprağında yetişen bir deste jusanı (hoş kokulu, kara iklim şartlarında bozkırlarda yetişen bir bitki) yaşlı idareciye armağan eder. Jusanı kokladığı anda, idarecinin gözünün önüne çocukluk yılları ve kırlarda lale topladığı günlerin tatlı hatıraları gelir. Gönlünün derinliklerine gömdüğü anıları canlanır, gözyaşlarını tutamaz. Artık onu hiçbir kuvvet durduramazdı. Çok kişinin hayal edip de elde edemediği tahtı anında terkeder. Devlete, servete dönüp bakmadan atına bindiği gibi atayurduna doğru dörtnala koşar.

      Doğduğun yeri sevmek, oraya bağlanıp kalmak demek değildir. Dünya âlemi hiçe sayarak “Suyum başımda, mezarım yanımda” deyip oturduğumuz yerden başkasını görmezsek, gericilik yapmış oluruz. Diğer bir ifadeyle akmayan göl gibi, dünya uygarlığından, gelişmelerden haberimiz olmaz. Neticede hiçbir şey elde edemeyiz.

      Basit bir misal; senin Otırar’ından, benim Şeker’imden yetişen birçok genç şu anda dünyanın dört bir bucağındalar. Çeşitli ülkelerde eğitimlerini geliştiriyorlar. Bazıları kendi sahalarında uzmanlaşma çabasındalar. Atalarımızın, “Atın varken atla da dünyayı gez!” dediği gibi gençken dinamizm ve aktiviteyi dünyayı gezmeye, tanımaya, öğrenmeye yoğunlaştırmalı.

      Ama yine de yerkürenin hangi enleminde, ekvatorun neresinde olursan ol geriye dönüp özlemini giderecek dayanağın, doğduğun yerdir; anayurdundur. Onunla aranızdaki manevi ilişkiler devam ettikçe yolun açıktır. Başka toprak, başka hava, başka su onun yerini dolduramaz.

      Evet, bizimle anayurdumuz arasında gözle görülmeyen sayısız bağlantılar olduğu bir gerçek. Senin de yukarıdaki şiirinde belirttiğin gibi, her insanın öz annesinin dışında dört anası olmalı. “Bu dört ananın en büyüğü,