Cengiz Aytmatov

Şafak Sancısı


Скачать книгу

öküzler de hız alıyorlardı. Boş arabayı taşlı yollarda tangur tungur sürerek koşardık.

      Uzun yolda, evden beraberimizde getirdiğimiz bulamaçla ekmeği yedikten sonra biraz daha keyiflenir; birlikte türkü söylerdik. Cengiz’in yanında hemen hemen her zaman Rus klasik edebiyatçılarının eserleri bulunurdu. Bazen, okuduklarından ilginç olayları bana da anlatırdı. Babasına, annesine, öğretmenlerine, kızlara ithaf ettiği şiirleri de çoktu. Bir ara ben de ona sevdiğim kız için bir şiir yazdırmıştım.

      Yanılmıyorsam, 1944 yılında Cengiz’in iş yerine gittim. Geldiğimde tek başınaymış. Beni görünce çok sevindi.

      “Seydali, İlçe merkezi Kirov’a gidip borç parasını yatırmam gerekiyordu. Yol uzun, hem bunca parayla tek başıma çıkmak da tehlikeli. Birlikte bu işi halletmeye ne dersin? Öküz arabası da hazır” dedi.

      Okuldaki başımı aşkın işimi bırakıp dostumun aziz hatırı için ilçeye gitmeyi kabul ettim. Ertesi gün öğle saatlerinde aradığımız yeri sora sora zor bulduk. Önce hayvanlara su verip, sonra beraberimizde getirdiğimiz mısır unundan yapılmış ekmeğimizi yiyip kendimize gelelim dedik. Böyle otururken yanımıza orta boylu, geniş omuzlu, siyah bıyıklı bir adam geldi ve bize:

      – “Çocuklar burada ne yapıyorsunuz?” diye sordu.

      Biz durumumuzu anlattık.

      – “Kimin oğlusun, yavrum?” deyip Cengiz’e baktı adam.

      – “Törekul Aytmatov’un” der demez, adamcağız;

      – “Hay Allah, altının parçasıyım desene” deyip Cengiz’e sarılarak yanaklarından öptü; “Benim adım Kojamkul. İlçe Tasarruf Bankası Müdürüyüm. Benim buralara gelmemde Törekul Ağa’nın çok yardımı olmuştu. Bana yaptığı iyiliği hayatta unutmam” dedi. Kojamkul Ağa çoluk çocuğuyla Tasarruf Bankası binasının bir odasında oturuyormuş. İkimizi hemen evine götürdü. Evinin başköşesine oturtarak yiyecek adına ne varsa önümüze serdi. Sonra getirdiğimiz istikraz parasını sayarak aldı ve makbuzunu elimize verdi. Ertesi gün bizi uğurlarken;

      – “Giyecek bir şeyler alırsın, şu anda elimden gelen bu kadar”, deyip bir tomar parayı Cengiz’in cebine koydu.

      Sonbahar gelince Cengiz’le beraber Jambıl şehrine gittik. Tabii Kojamkul ağanın verdiği cepteki parayı harcayana kadar duracağımız yok. “Atşabar” pazarını dolaşıp en sonunda iki asker gömleği, iki pantolon, alnında parlayan yıldızlı iki kalpak ve deri kemer aldık. Tenha bir yere gelince üstümüzü değiştirip ikimiz de küçük kızıl askerler olduk çıktık…

      Gençliğinizle alakalı bir olayı daha biliyorum. Ziraat Üniversitesinde sizden iki sınıf aşağıda okuyan Musa Kasımov’la beklenmedik bir yerde tanışmıştık. Kendisi çok konuşkan biriymiş. Sizin Kırgız Hayvancılık İlmi Araştırma Enstitüsünün çiftliğinde başbaytar olarak çalıştığınız gençlik yıllarınızdan bahsetmişti.

      Aytmatov: 1956’nın Ekiminde Gorki Enstitüsünün edebiyat uzmanlığı kursuna gittiğimde görevimi Musa’ya devretmiştim.

      Şahanov: Burada ilginç bir şey daha var. Musa bey o zaman sizin masanızın çekmecesinden Rusça yazılmış olan iki İlmî çalışmanızı bulmuş. Birisi daktiloyla yazılmış, diğeri de el yazması makaleleriniz: Dostotoçno li triyoh kratnogo doyeniya (İnekleri Üç Kere Sağmak Yeterli mi?) ve Kukuruza v ratsiyone jivotnıh (Hayvan Besini Olarak Mısır).

      Gençliğinizde emek sarf ettiğiniz bu iki eseri Museken 40 seneden beri ailesinin en değerli yadigârı olarak muhafaza ediyormuş… “Şikemin bir işine yarar, olmazsa en azından bir bakar” diye geçenlerde bana bu makalelerinizin fotokopisini bırakmıştı.

      Musa beyin sizinle ilgili anlattıklarına gelince:

      – Şikem çiftliğe hayvanbilim uzmanı olarak gelir gelmez, büyük değişiklikler gerçekleştirdi. O zamana kadar kimsenin düşünemediği yenilikleri arka arkaya teklif ederek, devamlı söylediklerini pratiğe dökmenin peşinde koştu. 1950’lerin ortasında Kırgız topraklarında cins inekler hiç yoktu. Önce Leningrad’tan cins boğalar getirildi. Neticede hayvanlar cinsleştirilerek, sütteki yağ miktarı artırıldı. Şikem atları cinsleştirmeye de çok önem vermişti. Kendisi de atı çok sever, hızlı koşan ata bindiği zaman hemen değişir, sevinçle coşardı. Atları, onların psikolojisini derinlemesine kavradığı Elveda Gülsarı romanından belli olmuyor mu zaten? Şikem edebiyata girmeseydi, şüphesiz hayvancılık sahasında meşhur bir ilim adamı olacaktı.

      Aytmatov: Gıyabımda iyiliğimi isteyen, hem yakın birisi olduğu için böyle konuşmaları normaldir. Kimbilir ne olurdu? Kader dediğin çok esrarlı bir şey… Neyse artık seni konuşalım.

      Dram yazarı Kaltay Muhammedcanov’la üçümüz Taşkent’e giderken yolda senin memleketin Ontüstik (Güney) Kazakistan vilayetine uğramıştık ya. Halk arasında “Müslümanların ikinci Mekke’si” denilen Türkistan’da bulunduk. Hoca Ahmed Yesevi’nin mezarını ziyaret ettik. Şerik Seytcanov, Alimcan Kurtayev ve Kuanış Aytahanov isimli kardeşlerin bizi misafir etmişlerdi. O sırada, doğal olarak, Otrar’ın kahramanlığını anlatan birçok olayı aktarmışlardı. Ben önceden de senin ağzından Otırar, Arıstanbab ve Türkistan hakkında çok şey duymuştum. Zaten ikide bir Otrar hakkında, oranın kahramanlarını gözlerinle görmüşçesine sayarak anlattıkların neredeyse bir destan kadar tesirli oluyordu. Senin bu tavırlarından yola çıkarak, “Doğup büyüdüğün mekânın kıymetini bilen oğlansın sen” derdim içimden. Otırar hakkında yazdığın destandan da çok etkilendiğimi belirtmeliyim.

      Şahanov: Şike, memleketimle aramda trajik bir bağlantı var. Rahmetli babam eski yazıyı çok iyi biliyordu. Arap harfleriyle yazılan kıssa ve destanları çok okuduğu, eskiye ait her şeyden haberdar oluşundan belliydi. Zamanında biraz mollalık (hocalık) da yapmıştır. Ne yazık ki o yıllarda;

      “Fakir fukaranın tarafını tut,

      Molla ve zenginleri koyun gibi kamçıyla güt” mısralarına konu olan siyaset çok kimseyi perişan etti. İşte bu siyaset yüzünden, babam kaşla göz arasında doğup büyüdüğü toprakları bırakıp Tölebiy İlçesinin Kaskasu Köyünde oturan kızı İzzet’in evinde barınmak zorunda kalmış. O zaman ben daha 40 günlük bebekmişim.

      Ben dokuz yaşındayken babam vefat etti. Dokuz yaşıma kadar dizine oturtup Otırar savunmasında kahramanca savaşıp canlarını kurban eden fedakâr atalarımız hakkında durmadan anlattıkları hafızama öyle işlemiş ki, hiç unutmadım. Yavrusunun doğduğu topraklardan kopmasıyla gönlünde oluşan eksikliği böylece gidermeyi mi düşünmüş, bilemem…

      Bazen annem; “Çocuk senin anlattıklarını anlayabilir mi ki? Daha çok küçük” diye tereddüdünü dile getirirdi. Babam da buna karşılık; “Niye anlamasın ki?” Anlamazsa kendisi zorlanacak; kökünü derinlere salamayan ağacın ömrü kısa olur” derdi.

      Sayısız askeriyle tüm dünyayı emri altına almak isteyen Cengiz Han’ın kolu, Orta Asya’nın minareleri gökyüzüne dayanan şehirlerini 10-15 gün içerisinde teslim alıyordu. Karşılık vereni acımasızca at toynakları altında ezen zalim kuvvetin kahrından çekinen bazı şehir amirleri hiç direnmeden kapıları kendi elleriyle açmış, teslim olmuşlardı. Fakat Otırar altı ay boyunca düşmana karşı cesurca savaşmıştı.

      Cengiz Han, “Otırar’da erkek adına tek kişi kalmasın!” diye emreder. Cesur ruh insanı Kayırhan ile doğduğu toprağa kök salmayan, Otrar’ın dış kapısını Cengiz Han’ın askerlerine açarak anayurduna ihanet eden gencin trajik akıbetini anlatan destan bana daima yol gösterici oldu. Bu hikâyeyi bana anlattığı için babamla,