Cengiz Aytmatov

Şafak Sancısı


Скачать книгу

parçası, 21 yıllık ümidimizi bir anda paramparça etmişti. Anamla ikimiz, deli dana gibi el ele tutuşarak neye uğradığımızı şaşırmış bir vaziyette zar zor ilerliyorduk. Hayatın hiçbir anlamı kalmamış, hayata olan bağlılığımız kopmuştu sanki. Anacığıma bakıyorum; gözleri fersizdi, yüzünde ümitsizliğin ifadesi belirmişti. Hey kudret, dedim kendi kendime. Yirmi bir sene boyunca her türlü eziyete, zorluğa tahammül ederek bizi destekleyen, ‘Törekul bugün olmazsa yarın gelir’ ümidiydi. Ah anam ah, bu uğurda sen neler çektin neler?!

      Bir an bağıra bağıra ağlamak geldi içimden. Yıllar süren, bizim ailemizi kıskacına alan adaletsizliği olanca sesimle lanetlemek istedim. Ancak yanımda sendeleye sendeleye yürüyen, ani haberin şokundan henüz ayılamayan zavallı anacığımın yarasını deşmeyeyim düşüncesiyle kendimi zorla susturmuş, sessizce gözyaşlarıma boğulmuştum.

      Eve yaklaştığımızda, birbirimize sarılarak ağladık. “Evet yavrum, artık olan oldu”, dedi annem metanetini toplayarak. “Şimdilik babanın vefatını Cengiz’e söylemeyelim. Zaten hasta, duyarsa daha da fenalaşır.”

      Cengiz iyileştiği zaman annem bizden Karakız Apamı çağırmamızı istedi. Çok geçmeden, köyün kendine has yiyeceklerini sırtlayan Karakız Apam çıkageldi.

      Anam, halama abisinin hayatta olmadığını duyurduğunda, zavallı kadıncağız gözümüzün önünde şaşkına döndü. 21 yıl süren hasret ve kederini dizginleyemeyerek bizi sırayla kucağına alıyor ve hüngür hüngür ağlıyordu. Akrabalık buydu işte. Sonra sülalece toplandık. Şeker’e gidip zulmün kurbanı olan Alım-kul, Törekul, Özibek ve Rıskulbek’in ruhlarına dua bağışlayıp Kerimbek’in evinde yemek dağıttık.

      Anam, babamızın vefatına tam olarak inanmış değildi. Herhangi bir açıklama yapmasa da, son nefesine kadar “belki yaşıyordur” ümidini yitirmedi. Aşağıda anlatacağım olayın da onun böyle düşünmesinde etkisi olmuş olabilir. Savaş yıllarında Kafkasya’dan Şeker’e gelip yerleşenler arasında Ayvazidi adında falcı bir Yunanlı kadın varmış. Kahve falına bakıyormuş. Dedikleri de tıpatıp çıkıyor diye, konu komşudan duyunca annem de gitmiş ona fal baktırmaya.

      – “Kocan hapiste, dört çocuğun varmış. Şu anda çok zor durumdasın. Burada daha 10 sene kalacaksınız. Büyük oğlun tahsilini tamamlayınca sizi şehre götürecek. Oğlun dünyaca ünlü biri olacak”, demiş.

      – Ya kocam? Hayatta mı, ne zaman gelecek?

      Falcı kadın anamın sorusunu;

      – “Kocan çok uzaklarda. Seneler sonra kavuşacaksın” diye cevaplamış.

      Falcı babamızın ahirette olduğunu bile bile, annemin ümidini kırmamak için böyle söylemiş olabilir. Veyahut “Seneler sonra kavuşacaksın” demekle öbür dünyadaki görüşmesini mi kastetti, kimbilir?

      Aytmatov: Ne de olsa falcının böyle demesi iyiliğin alametidir.

      O devirde Sovyetler Birliği’nin tüm halkı ortak vatanla, ulu rehber Stalin’le övünüyordu. Vatanseverlik duygusu da had safhadaydı. Özellikle savaştan (Rus-Alman Savaşı) sonraki yıllarda düşmanı mağlup etmemiz, mutlu çocukluk yıllarımız, hayatımız, kısacası her şeyimiz için Stalin’e minnettarız diye düşünüyor, bununla gurur duyuyorduk. Bu duygu ve düşünce şimdi çok komik gelebilir. Ama o devirde, devlet politikasından zerre kadar şüphelenmenin kimsenin (özellikle bizim köydekilerin) aklının ucundan bile geçmediğinden eminim. Öyle bir ortamda devlete kötülük düşünen insanın, yani halk düşmanının oğluna karşı çoğunluğun tavrı nasıl olabilir? Şunu da belirtmeliyim ki, köyün iç kültürü gereği, biz, duyanı ürküten yukarıdaki ifadenin soğukluğunu pek hissetmedik. Bunda, babamın ileri görüşlülüğünün de payı var. Çünkü bizi en son uğurlarken, kendi köyüne gitmemizi ısrarla istemişti. Eğer Moskova’da kalsaydık veya Frunze’ye yerleşseydik başımıza her türlü tehlike gelebilirmiş.

      Şahanov: Kazakistan’da Akmola [şimdiki Astana (Ç.N.)] şehri yakınında halk düşmanlarının hanımlarını bir arada tutmak amacıyla ALJİR [Akmola Vatan Hainleri Hanımları Kampı (Ç.N.)] kampı açılmıştı. Bu kamptaki tutuklular arasında Kazak aydınları Turar Ruskulov’un, Saken Seyfullin’in, Beyimbet Maylin’in, Temirbek Jürgenov’un, Uzakbay Kulumbetov’un, Sultanbek Kojanov’un ve Jamaydar Sadvakasov’un hanımları vardı. Bunların her biri devletin, sanatın, edebiyatın ve partinin en ünlü isimlerindendi.

      Akmola’dan 40-45 km uzaklıkta kurulmuş, onlarca kilometrelik alanı olan “dünyanın cehennemi merkezi” olarak adlandırabileceğimiz bu kamp, 26 bölümden oluşmuştur. Kampa Sovyetler Birliği’nin dört bir yanından gece gündüz getirilmekte olan halk düşmanlarının hanımlarına koşulan ilk şart, kocasının vatan haini olduğunu kabul ettiğine ve ondan tamamen ilişkisini kestiğine dair imzalı dilekçe vermek. Bu işlemi yaptın mı, cezan biraz hafifleyecekti.

      Ciğerparesi yavrularını kuvvet zoruyla yetimhaneye bıraktırıp ailenin diğer fertlerini, anasını, babasını şiddetli azaba mahkûm eden İç İşleri Halk Komiserliği görevlilerinin yaptıklarını duydukça, onların insanlığından kuşkulanıyorsun.

      Bu kadar ağır şartlarda yaşamalarına rağmen, Saken Seyfullin’in ve İlyas Jansugirov’un değerli eşleri kocalarının çok kıymetli yazma eserlerini toprağa gömerek, yastık pamuğunun arasına saklayarak nesilden nesle aktarılmasına vesile olmuşlar. Hayli cesaret isteyen böyle bir iş, her babayiğidin kârı değildi.

      Rahmetli Ğabit Ağa (Musrepov), Beyimbet Maylin’in hanımı Küncamal’ı görmek için ALJİR’e gittiğini söylemişti.

      Görüşme sırasında Küncamal Apa Ğabit Nusrepov’a;

      – “Kampın koyunlarını gütmeyi kendim istedim. Sabahtan akşama demir kafes içinde kıpırdamaksızın oturacağıma, içimdeki hasreti dışarı atayım; en azından bağırp ağlayarak hafifleyeyim diye düşündüm”, demiş.

      ALJİR’de hapsolunan “halk düşmanı” hanımlarının sayısının 22 bine yakın olduğunu belgelerden öğreniyoruz. Şayet köye gidip barınmasaymış, sizin ananızın da hali nice olurdu?

      Aytmatov: Tabii her şey olabilirdi… Ortaokuldayken öğretmenimizin daha önce kimseden duymadığım bir nasihati vardı. Şöyle demişti bana: “Oğlum birisi babanın ismini söylerse, ‘halk düşmanının çocuğuyum’ diye sakın yere bakma!”

      Öğretmenimin bu sözü, her darda kaldığımda bana destek olmuştu. Bu sözler anamın, “Konuşulanların hepsi yalan, iftira. Senin baban halk düşmanı olamaz” dediği gerçekle bağdaşıyordu. O zamandan itibaren babam hakkında bir haber, bir ipucu bulmayı can-ı gönülden dilemeye başladım.

      Şahanov: Yine kız kardeşiniz Roza’dan dinlediğim bir olayı anlatmadan edemeyeceğim.

      Yıl 1975. İşim gereği Talas şehrine gitmiştim. Gittiğim yerde bir kadın “Siz Cengiz Aytmatov’un kardeşi değil misiniz?” diye güler yüzle karşılamıştır. “Evet”, dedim ben.

      – Sizin buraya geldiğinizi tanıdık birisinden duydum. Allah duamı kabul etmiş. Yoksa sizlerle görüşmek için Frunze’ye gitmeyi düşünüyordum…

      O zamanlar Cengiz’e dünyanın dört bucağından, Sovyetler Birliği’nin her tarafından gelen mektupların sayısı bilinmezdi. Herkes derdine deva arar, ağabeyimden yardımcı olmasını rica ederdi. Kimisi ev almasına yardım isterdi; kimisi çok pahalı ve ancak yurt dışında bulunan ilaçları almaya, bazıları da idareden gördüğü adaletsizlikleri anlatarak yardım etmesini isterdi. Büyük bir adaletsizliğin kurbanı olduğu için mi bilemem, Cengiz, gelen mektuplara vaktini ayırır, elinden geldiği kadar