Cengiz Aytmatov

Şafak Sancısı


Скачать книгу

Ama gazetelerden o kişinin şu anda Amerika’da olduğunu okuyunca, sizi arıyordum.

      Kadınla birlikte hastaneye gittim. Hastaların dinlenme saatine denk gelmişiz. Hastanın kardeşi olan hanım, nöbetçi hemşireden izin alarak içeri girdi. Abisinin kolundan tutarak koridora çıktılar.

      Hastanın sabırlı birisi olduğu yüzünden okunuyordu. Ama hastalık iyice yıpratmış olacak ki, nefes alıp vermekte zorlanıyordu. Selâmlaşıp hal hatır sorduktan sonra adam yüzüme incelercesine baktı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı.

      – “Siman Törekul’u andırıyor… Artık ölsem de razıyım. Allah bana yardım etti” dedi ve duraksadı. Kendisinin Tanrıverdi Alapayev olduğunu söyleyen aksakal, konuşmaya başladı.

      – Komsomol Kuruluşunda çalışıyordum. Ağabeyim Uzak-bay “Akjar” kolhozunun idarecisiydi. İdarede olanların çoğu, olur olmaz bahaneyle, “halk düşmanı” diye adlandırılıp hapse atılıyordu. Sıra ağabeyime de geldi. Kaşla göz arasında ağabeyimi tutuklayıp götürdüler. Tabii çok geçmeden aynı olayı ben de yaşadım.

      – “Ağabeyin “halk düşmanı”. Kimlerle irtibatı vardı? Ne gibi zararlı davranışlarda bulundu? Nasıl bir şeyin propagandasını yapıyordu? Söyle, yoksa bu günlerini arayacak duruma düşersin”, deyip her gün sorguya çekiyor; yüz göz ayırt etmeden dövüyor, tekmeliyorlardı.

      İnadım tuttu. Sesimi çıkarmadım. Bir gün sorgu yargıcı, tavırlarımdan tepesi atmış olsa gerek, silahının namlusuyla, olanca kuvvetiyle ağzıma vurdu. Dişlerimin neredeyse yarısı dökülmüş ve bayılmışım.

      Aradan ne kadar süre geçtiğini bilemiyorum. Ayıldığımda kendimi koğuşun taş döşemelerinde buldum. Etrafıma bakındım. Her günkü dayaktan yüzü gözü şişmiş, perişan halde altı yedi kişi vardı. Köşede bir tane demir karyola duruyordu. Başucumda oturan adam, yüzümden, dudaklarımdan akan kanı siliyordu. Merhametli birisi olduğu gözlerinden belliydi.

      “Kalk, canım, benim yerime yat”, deyip kalkmama yardım eden adam beni karyolaya yatırdı. Cezalılar, koğuştaki tek karyolaya sırayla yatıp dinleniyorlarmış. O gün sıra o adamınmış. Taş döşeme o kadar soğuktu ki, soğuk iliklerine kadar işliyordu. Diğerlerinden çıt çıkmadı. Hatta birbirlerine bir kelime etmekten bile korkuyorlar gibiydi.

      Ertesi gün iyice tanış olduk. Bana yardım eden kişinin adı Törekul Aytmatovmuş. Talas’tan geldiğimi duyunca çok heyecanlandı. Gittikçe daha çok yakınlaşıp ağabey- kardeş gibi olduk. Durumumun teferruatını öğrenince;

      “Senin herhangi bir suçun yok. Hem gençsin. Sadece ağabeyinden dolayı buradasın. Yargıçlar seni suçlu çıkarmak için bin dereden su getirirler. Çok dikkatli ol, kimseye ihanet etme, cesaretini ve metanetini korudukça işin kolaylaşacaktır. Eninde sonunda serbest bırakılırsın. Fakat bizim durumumuz farklı… Beklenmedik bir anda idama götürebilirler”, deyip derin bir of çekti.

      Törekul, hapisteki yastığının beyazımsı kılıfından küçük bir el torbası dikmişmiş kendisine. Beyazımsı dediğim sadece sözde, torba o kadar kirlenmiş ki siyaha çalan gri renkteydi. Torbaya, Cengiz ve İlgiz diye iki oğlunun ismini işlemiş. Yanına bir de Talaş diye yazmak istemiş ancak, ipi bitmiş, son “s” harfini yazamamış. “Tala” yazısı net okunuyordu. Kendisinin ferasetli, bilgili, tertemiz; aynı zamanda çok zevkli olduğu her halinden belliydi. El torbasında her zaman bez parçasına sarılmış sabun, tarak ve diş fırçası bulundururdu.

      Bir gece yanımızdakilere işittirmeden kulağıma fısıldadı:

      – Benim günüm yaklaştı. 58. maddeye göre ceza kesmişler. “Halk Düşmanı” olarak mektup yazmam ve dışarıdan herhangi bir haber almam yasaklandı. Senden ahretlik bir isteğim var. Şu hapisten kurtulursan Şeker’e git, hanımımla, çocuklarımla görüş. Ben “Halk Düşmanı” filan değilim. Bunun bir iftira olduğunu anlat onlara. “Halk Düşmanının akrabası diye ağabeylerimi, kardeşlerimi de tutuklayacaklarından korkuyorum. Çocuklarımın en büyüğü Cengiz hayatta. Zorluk, insanın insana üstünlüğü nedir bilmeden büyüyordu. Tabiatı çok hassas idi. Moskova’dayken bir gün avluda iki kişinin dövüştüğünü görmüş. Taşı sıksa suyunu çıkaran bir delikanlının yaşlı bir adamı dövmüş. Bu olaya şahit olan oğlum, koşarak eve gelmişti. Hüngür hüngür ağlıyor, korkunç bir şey… “Hiç acımadı” deyip bir süre kendine gelememişti. Cengizle baş başa oturup konuşursan memnun olurum. Cesaret aşıla ona, hayatta karşısına çıkabilecek zorluklara karşı dirençli olmasını öğret. Benim “vatan haini” olmadığımı açıkla. Eğer dönemezsem benim için canını seve seve feda edeceğinden emin olduğum annesi Nağima’ya, kardeşlerine sahip çıkması gerektiğini söyle. Kardeşiyle ikisinin ismini üzerine yazdığım şu torbayı benden hatıra olarak götürürsün. Şu ricamı unutma, eğer beni öldürmeyip Moldavanovka hapishanesine götürecek olurlarsa senden polis vasıtasıyla sabunu isteteceğim. Oral tarafına sürgün ederlerse diş fırçamı göndermeni söylerim Hadi hoşçakal. Hayatta görüşmek nasip olmazsa ahrette inşallah kavuşuruz…

      Ben gözyaşlarımı tutamayıp talebini yerine getireceğime söz vermiştim. Sonra Törekul’u götürdüler. İki gün sonra “Aytmatov’un herhangi bir eşyası kaldı mı burada?” diye cılız bir polis geldi. Bir kötülüğü hisseder gibi oldum. Cesaretimi toplayarak ona Törekul’un ne durumda olduğunu sordum. Polis işaret parmağını yukarıya kaldırarak, “Şu anda ruhu cennette uçuyordur” deyip sırıttı. Dizlerim tutmuyordu. Polise Törekul’un şapkasıyla kazağını verdim. Torbasını, tarağını çocuklarına emanet ederim diye sakladım.

      Aradan çok geçmemişti ki bana halk düşmanının kardeşi bahanesiyle on yıl hapis cezası verildi. Sverdlovsk’a sürüldüm. Allah şahittir ki, on sene boyunca, üzerinde Cengiz ile İlgiz’in ismi yazılı olan Törekul’un emanet torbasını tarağıyla birlikte montumun iç cebinden çıkarmadan muhafaza ettim. Büyük oğluna kendi elimle takdim ederim diye hep hayal kurdum. Bazen Cengiz’in 20 yaşındaki delikanlı olduğunu düşünür, kaşını gözünü Törekul’a benzeterek onu gözümün önüme getirirdim.

      Fakat hani “insanın kafası Allahın topu” [Allahın dediği olur manasında (Ç.N.)] derler ya, kaderim hiç de düşündüğüm gibi olmadı. 10 sene sonra hapis cezası bitti ama memlekete dönmeme izin verilmedi. Sibirya’nın ta öbür ucundaki bir köye sürgün ettiler. Bu sefer hapis değil, orada çalışacak, serbest yaşayacaktım. Alınyazım demekten başka çarem yok, orada bir Tatar kızıyla evlendim. Memlekete gitmeme izin çıkmayınca ümidim mi kesildi, yoksa bir akşam arkadaşımın evinde içtiğim samogon içkisinin tesiri mi, ne olduysa işe şeytan karıştı. Eski montumu, cebindeki Törekul’un emanetiyle birlikte nehre atmışım. Bu yaptığım Allah’ın da, babanın ruhunun da hoşuna gitmezdi. O gün, ahırda atı nallarken hayvan bir tekme attı. Bayılarak düştüm. Allah’ın cezası olacak ki, iki kaburga kemiğim kırılmış, akciğerimin bir tarafı tamamen ezilmişti. O gün bugündür sakatım. Aylarca, yıllarca hastanelerde yattım. Bu hastalık ecelin eşiğine kadar getirdi beni. En sonunda memlekete dönmeme izin verildi. (Bundan dolayı Kruşçev’e teşekkür ederim.) Vakit geçirmeden iş yerimdeki hesabımı kapattım ve hanımımla birlikte hasreti içimde düğümlenen Talas’ıma geldim. Akrabaya, konu komşuya kavuştum. Kendime gelince sağdan soldan Törekul’un çocuklarını soruşturdum. Frunze’ye taşındığınızı öğrendim. Derken hastalığım ağırlaşmaya başladı. Sık sık yatağa düşüyordum, nefes almam iyice zorlaşıyordu. Kendi problemlerimle uğraşırken aradan bunca zaman geçmiş. Geçmişteki olaylar zihnimin derinliklerine gömüldü. Günlerden bir gün eski yaranın tekrar açılacağını hiç düşünmemiştim. Hastanedeydim. Yan tarafımdaki yatakta kalan delikanlı sabah akşam elindeki kitabı bırakmıyordu.