yvaz Gökdemir
Türk Kimliği
ÖNSÖZ
Son beş altı senedir yurt içinde ve Avrupa ‘da vatandaşlarımızla panel, konferans, sohbet tarzında birçok konuşmalarımız, görüşmelerimiz oldu. Her defasında, lâyık olduğundan çok fazla ilgi, iltifat ve teveccühe mazhar olan bu konuşmaların yazılı hâle getirilmesi ve yayınlanması hususunda ısrarlı talep, temenni ve teşviklerle karşılaştım. Bazı bölümleri birkaç makale halinde Türk Yurdu dergisinde yayınladım. Bunlardan aldığım intiba da müsbet oldu. Bunun üzerine, dağınık parçaları ve notları bir kompozisyon bütünlüğü içinde derleyip toparlamağa çalıştım: Türk Kimliği ismiyle elinizde bulunan bu kitapçık meydana geldi.
Tabiatiyle, bu kadar küçücük bir hacim içersinde, Türk kimliğinin bütünüyle teşhis ve teşrih edilerek sergilenmesinin imkânsızlığı aşikârdır. Esâsen bu benim kudretimi de çapımı da çok aşan bir iştir. Burada, samîmî, iddiâsız bir tarz ve üslûb içersinde Türk kimliğinin bazı ana sütunlarıyla, bir kısım hususiyetleri işaret edilmeğe çalışılmıştır. Eğer bu bir eserse, benim değil, dinlemek ve okumak zahmetinde bulunup-ilgi, iltifat ve teşviklerini esirgemeyen aziz gönüldaş ve vatandaşlarımındır. Onların var olduğunu görmek ve bilmek, sıcacık dostluklarını her an hissetmek, milletimin varlığı ve geleceği hakkında kalbime itminan ve ruhuma inşirah vermiştir, vermektedir. Bu itminan ve inşirahı, bu bahtiyarlığı, büyük şehirlerin dar ve kapalı muhitlerinde kaldıkları için karamsarlıktan, kötümserlikten, yeis ve bezginlikten bir türlü kurtulamayan bütün münevver dostlarla paylaşmak isterim. Türkiye, Ankara ve İstanbul’un kapalı muhitlerinden, kasvetli salonlarından ibaret değildir. Türkiye’nin her tarafında ölçüsü sağlam, vicdanı temiz, kafası çalışan, şahsî hayatını iyi tanzim etmiş, vatana ve millete karşı mesuliyetini müdrik on binlerce pırıl pırıl aydın vardır ve Türkiye’de hâlâ bütün aslî seciyeleriyle Türk milleti yaşamaktadır.
Sözlerimin, satırlarımın uzlaşmaz, umursamaz ve kötü niyetli kimselerin zihinlerinde, vicdanlarında müsbet bir yankı bırakabileceğini sanmıyor ve ummuyorum. Ancak, hakka ve hakikate değer verenlerle, millet arasında uzlaşma ve anlaşmayı arzu edenler, herhalde bazı cümleleri dikkate değer bulacaklardır. Dileğim, sözümün, şahsen hitab etmek imkânını bulduğum vatandaşlarımda gördüğüme benzer temiz gönüllere ve işlek zihinlere erişmesidir.
Asıl ümîdim ise aydın gençlerdedir: Bu mütevazı satırlar, onların târihimize, millî kültür ve köklerimize, millî kimliğimizin unsur ve mes’elelerine yönelmesinde küçücük bir itici güç olabilir, onlarda millî şuura doğru bir ivme sağlayabilirse, vazifesini yapmış olacaktır.
Saygı ve sevgilerle.
I
MİLLİYETÇİLİK BAHSİ
Milliyetçilik kavramı, bütün dünyada ve Türkiye’de çok indirilip kaldırılmış ve özellikle 1944’ten beri oldukça hırpalanmış, örselenmiş bir kavramdır. Millî kimlik mes’elesi, bir bakıma milliyetçilik mes’elesidir. Bu sebeple, millî kimlik mes’elesine eğilirken önce bu bahis üzerinde asgarî ölçülerde de olsa, birkaç söz söylemek zarûreti vardır. Bu hususta söyleyeceklerimiz, konunun genel çerçevesini ve esas zeminini belirleyecek ve sonraki sözlerimiz için bir başlangıç teşkîl edecektir.
İnsaniyet ve Milliyet
Musevîlik ve Hıristiyanlıkça da paylaşılan inancımıza göre, bütün insanlık bir ana babanın yani Hz. Âdem atamızla Hz. Havva anamızın çocuklarıdır. Burada maksadımız var oluş teorilerini tartışmak olmadığına göre, şunu kabul etmek gerekir ki, insanlığın bir asıldan ve aynı kaynaktan türediği yolundaki bu inanç ve kabul, insanlık anlayışı bakımından sağlam bir ahlâkî temel teşkîl etmektedir. Bu itibarla, rahatça denilebilir ki, insan sıfatında yaratılan veya var olan herkes birbirinin kardeşidir.
Haddizatında kardeş olan insanlık, bir tür özelliği ve yaratılış hikmeti olarak kabileler ve milletler hâlinde ayrılmış ve çeşitlenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in 30. sûresi olan Hucurat Sûresi’nin 13. âyetinde şöyle buyruluyor:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yaratıtk. Sizi milletler ve kabileler hâline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz ki Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sâkinanınızdır. Allah her şeyi bilen ve haberdâr olandır.”
Böylece ortaya ayrı renkler, deriler, ayrı diller ve kültürler çıkmıştır. Sosyal bir varlık olan, yani toplu yaşayan insan, ferdî seviyede olduğu gibi, toplum seviyesinde de farklılaşmıştır. Bir toplum içinde fertler, insanlık âleminde de milletler birbirinden farklıdır. Yaradılıştan gelen maddî-fizik farklar dışında, toplulukları birbirinden farklı kılan bir takım inançlar, âdetler, alışkanlıklar, düşünce şekilleri, tavırlar, davranışlar, kurumlar vardır ki ister maddî, ister manevî cinsten olsun, bunların bütününe kültür diyoruz. Yaradan, insanlığı bir kültürler tayfı hâlinde temaşayı münâsip ve güzel bulmuştur. Onun için de insanlık, zaman ve mekân içindeki manzarasıyla muhteşem bir tayf halindedir.
“Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin çeşit çeşit olması da O’nun varlığının işâretlerindendir. Doğrusu bunlarda bilen kimseler için alınacak dersler vardır.” (Rûm Sûresi, 30/22)
Her insan ferdi tektir, “bir tane”dir, benzersizdir. Birbirine en çok benzeyen, bir bakışta ayırt edilmeleri çok zor olan ikiz kardeşler bile, ince bir dikkatle bakıldığında görülür ki, birbirinden farklıdır. Buna mukabil, aşikârdır ki, hangi kavimden, hangi milletten olursa olsun, genel özellikleri ve ana yapısı bakımından bütün insanlar birbirlerine benzerler. Böylece beşeriyet, birbirine benzer ve benzemez tarafları ile rengârenk bir çiçek demeti gibidir.
Kültür Kemal Nişanıdır
Yaradan, insanın kemâlini ve üstünlüğünü, bu farklılık ve çeşitlilikte görmüş olmalıdır. Bu hikmetinin bir tezahür ve tecellîsi olarak kültür yaratıcı olmak, kültür meydana getirmek sâdece insana mahsustur. Üstün akıl ve irade, îman, aşk, ahlâk, gülme, konuşma, âlet yapma ve kullanma gibi özellikler sâdece insanda mevcuttur. Kültür ve medeniyet dediğimiz insan etkinlikleri de insanın bu özelliklerinin eseridir. Hiçbir hayvan topluluğunda kültür ve kültürden kaynaklanan farklılıklar yoktur.
Allah, insanı “ahseni takvîm”, yani “en güzel bir kıvamda” yarattım, diyor (Tîn, 95/4). Bu “en güzel kıvam”a, maddî ve manevî bakımdan, fabrikasyon imalat gibi standart olmayışımız, farklı, çeşitli ve özellikli oluşumuz da dâhildir. Bunun için insan “eşref-i mahlûkat” yani en şerefli, en üstün yaratık sayılmıştır. Bunun için tasavvufta insan, “merdüm-i dîde-i ekvân” yani “âlemlerin, kâinatın, varlık’ın gözbebeği” diye vasıflandırılmıştır.
Belli ki bu renklilik ve çeşitlilik, insanlar için çok geniş bir imkân ve zuhur sahası teşkil etmektedir, insanoğlu, değişik alternatifler arasında kendini ve çevresini tanır, kişiliğini oluşturur. Kendinde olmayanı, hemcinslerinde bulur ve alır. Bu bakımdan, gerçekten de âdemoğulları birbirinin azası gibidir.
Rekâbet ve Yarış
Bu çok renkli, çok ihtimalli, farklı, çeşitli, standart olmayan manzarası ile beşer hayatı, aynı zamanda bir yarış ve imtihan alanıdır. Bir toplum içinde fertler, beşeriyette toplumlar, birbiri ile bir yandan dayanışma hâlinde görünürlerken, öte yandan da rekâbet ve yarışma halindedirler. Bu rekâbet ve yarışma, beşerî yaratıcılığın çok kuvvetli bir motivasyonunu teşkil etmekte, insanı hareket ve faaliyete sevk etmede manevî bir motor rolü oynamaktadır.
İnsanlar arasındaki bu rekâbeti, birbirlerine düşmek, dövüşüp sövüşmek, zarar vererek kötülükte yarışmak için değil, farklı kaabiliyet ve meziyetleriyle birbirini tanımak, tamamlamak, sevmek ve dayanışmak için bir imkân ve imtihan saymak lâzımdır. Fakat dünyayı ve beşer hayatını, maddî ve manevî bakımdan güzelleştirecek bir iyilik, güzellik ve din terimi ile “takva” yarışı olması gereken bu yarış, maalesef zaman zaman son derece vahşî ve insafsız bir mücâdeleye, merhametsiz ve dehşetengiz