Ayvaz Gökdemir

Türk Kimliği


Скачать книгу

100/8). “İnsan gerçekten pek huysuz yaratılmıştır” (Meâric, 70/19). “… insanoğlu, kendisini müstağnî sayarak azgınlık eder” (A’lak, 96/6–7). Bunların sonucu olarak “mücâdele” de insan hayatının, hattâ yalnız insan hayatının değil, bütün tabiatın değişmez bir kânunudur. İnsan, fert ve toplum olarak bu kânunun da gereğini yapmakla, hakkını vermekle, yani varlığını, şerefini, hakkını, menfaatini korumakla mükelleftir. İnsanın bu mâkûl benliğine “izzet-i nefis”; izzet-i nefsini korumak için giriştiği mücadeleye de “hamiyyet” diyoruz. İzzet-i nefsi ve hamiyeti olmayan, şerefli insan olabilir mi?

      Millet, Milliyet

      Özetlersek: Var eden irâde birdir. Var olduğumuz menşe birdir. Kaynak ve asıl birdir. Sonra hikmetli bir tarzda, yaradılışımız gereği çeşitleniyoruz, farklılaşıyoruz ve tekrar birliğe yöneliyoruz. İşte bu oluşum içerisinde aileler, kabîleler, aşiretler, ümmetler, milletler meydana geliyor. Aile, her yerde ve insanlığın geçtiği her merhalede var; kendisinden büyük bütün toplu teşekküllerin çekirdeği, ilk hücresi. Aynı dîne inananların teşkil ettikleri beşer topluluğuna Türkçede ümmet diyoruz. “Millet”ten daha geniş bir topluluk olmasına rağmen, insanlık, ümmet merhalesini millet şuuruna erişmeden önce yaşamıştır.

      Şüphesiz geniş ve yaygın ümmet toplulukları da ilerde kendini millet olarak ifade edecek olan etnosantrik gruplardan yani dili ve kültürü farklı kavim teşekküllerinden meydana geliyordu. XVIII. asrın son çeyreğinde millet şuuru ortaya çıktı. Bütün XIX. asır boyunca ihtilâlci bir akım hâlinde dünyayı alt üst etti. Medenî insanlık XX. asra millet olma aşkıyla tutuşmuş olarak girdi. Bu asrın son yılları ile gelecek asrın başı da aynı ateşin yeni parlamalarına şahit olacak görünüyor. Millet denen topluluklar, insan tekâmülünün bugüne kadar ulaşılabilen en mükemmel siyâsî ve sosyal organizasyon tarzını oluşturuyor. İnsanlığın târih içindeki akışına baktığımız zaman, kültür meydana getirmek ve millet olmak, âdetâ beşeriyetin gayesi olarak görünüyor. Bu gaye, insan olmanın yaradılış hikmetine riâyet ve sadakatten doğmaktadır; zira millî kültür ve millî kültür çerçevesinde milletleşme, beşer tabiatı iktizâsı zarurîdir. Yüksek bir millî kültür yaratamamış, millet olamamış bir toplum, zayıf ve gelişememiş şahsiyet gibidir; başka toplumlar içinde erir, yok olur. Şahsiyetsiz insan, kimliksiz toplum, patolojik bir hâdisedir, normal değildir.

      Milletleşmenin üstünde, çeşitli temeller üzerinde milletler arası organizasyonlar yer alır. Nihâî hedef, bütün insanlığın milletlerden meydana gelen bir aile hâlinde organize olabilmesi, yani topyekûn insanlık birliğinin gerçekleşmesidir. Birleşmiş Milletler teşkilâtı, bu istikâmette bir adımdır. Neyi ne kadar başarabildiği ortadadır. Zararlı bir teşekkül olmadığı muhakkaktır, ama faydası her ân tartışılmaktadır, tartışılacaktır. Temennî ve tasavvur edilen insanlık birliği, şimdilik bir hayâl veya çok uzak bir ihtimâl olarak görünüyor. Bugün için gerçek olan milletlerin varlığıdır. Kaldı ki insanlık, bir tek siyâsî idâre altında birleşse bile, millî kültürler birer realite olarak devam edecektir. Çünkü işaret edildiği üzere, kültür, insan tabiatının ‘onsuz olmaz’ bir parçasını ve hususiyetini teşkil etmektedir.

      İnsanlık târihi boyunca mühim ve büyük rol oynayan toplumlar, yalnız büyük ve orijinal kültürü olan milletlerdir. Bundan sonra da böyle olacağının en büyük delil ve karinesi, insanlığın bugüne kadarki târihidir. Ayrıca bugün de müşâhede ediyoruz ki kader tâyin edici gerçek, millet gerçeğidir. Demek oluyor ki, insanlar Arz üzerinde millet denilen topluluklar hâlinde yaşarlar. Dünya, milletlerin dünyasıdır. Her fert dünyaya bir milletin mensubu olarak gelir. Hayâtını bir milletin mensubu olarak yaşar ve tamamlar. Her şahsiyet, esas itibariyle, bir millî kültür muhitinde teşekkül eder. Tam manâsıyla ancak o muhitte mesut ve bahtiyar olabilir. Bu sebeple de insanlar, bazı sebep ve zarûretlerden dolayı maddî mekânlarından kopabilirler, fakat millî kültürlerinden kopamazlar. Millî kültür insanla birlikte taşınır, insan hangi mekânda olursa olsun, doğup şekillendiği millî kültürün manevî vasatında yaşamaya devam eder. Millî kültürden kopma, ancak yeni bir millî kültüre adapte olmakla mümkündür ki, o da kimlik değişmesi demektir.

      Altını çizerek belirtmek gerekir ki, kültür, medeniyet tâbirinden farklı olarak, milletlerin sahip oldukları kıymetlerin daha ziyâde manevî tarafını ifâde eder. Bu kıymetler daha çok o millete mahsustur. Bir milleti diğer milletlerden farklı kılan özelliklerdir. Çünkü kültürün kaynağı, daha ziyâde duygulardır, vicdandır, gönüldür. Bu kaynaklar, ise insan tabiatının en sübjektif kısmı, en müdahalesiz, en geniş hürriyet ve serbestlik sahasıdır. Bu sebeple çeşitli kültür unsurları arasında içten bir bağlılık, derûnî ve kendiliğinden bir âhenk vardır. Onu “mahsus” kılan da budur ve bundan dolayı da bir kültüre mensup insanlar arasında çok tabiî ve derûnî bir şekilde, kendiliğinden bir duygu, düşünce, tavır, inanç, zevk, vicdan birliği teessüs etmiştir. İşte milliyet (bir milletten olma hâli), bu tabiî, derûnî, kendiliğinden ve böyle olduğu için de âhenkli, insicamlı, mütecanis birliklerin sonucudur.

      Milliyetçilik

      Milliyetçilik ise, fertler bakımından, kendi milliyetine bağlılık duygusu ve şuurudur. Fert merak eder: “Ben hangi nesepten geliyorum? Kimin oğlu veya kızıyım?” Şahsiyet de merak eder: “Ben hangi beşer topluluğu içinde, yani hangi millî kültür muhitinde oluştum? Hangi toplumun bir parçasıyım? Sosyal kimliğim nedir? Çok büyük ve geniş insanlık âlemi içinde bana en yakın olanlar, en çok benzeyenler kimlerdir? Geçmişte hangi toplumla birleşebilirim, gelecekte hangi topluma bağlanabilirim? Allah’ın geniş Arz’ı üzerinde hangi toprağa ‘benim’ diyerek emniyetle ayak basabilirim?” İşte milliyetçilik, bu suallerin peşine düşmektir. Milliyetçilik, aslını, neslini, cinsini, cibilliyetini bilmektir. Fert ve toplum olarak bir şahsiyet ve izzetinefis sâhibi olmaktır. Başka bir ifade ile hangi milletten olduğunu bilmek, milletini sevmek ve onun gayretini gütmektir.

      Özel gayret ve eğitimlerle aksine şartlandırılmamışlarsa ve gayet tabiî, bir şeyi şuurla idrak edebilecek bilgi seviyesine erişmişlerse, fertler için milliyetçilik, aile sevgisi kadar tabiî bir duygu ve tutumdur. Ana babanın çocuklarına, çocukların anne ve babalarına, kardeşlerin birbirlerine sevgi ve bağlılık duymaları, birbirleri hakkında hayırhah olmaları ne kadar tabiî ise, fertlerin mensûb oldukları millete karşı aynı hissî bağlılık içinde bulunmaları da o kadar tabiîdir. Zâten, târih içinde milletin köklerine inildiği takdirde, karşımıza sosyolojik vakıa olarak birbirine kan bağı ile bağlı insan toplulukları, yani aileler çıkacaktır. Bu çekirdek, zaman içinde büyümüş, genişlemiş ve millî kültür denilen ve kan bağını çok aşan sosyal bağ, kitleleri birbirine bağlayarak aileyi millet çapında büyütmüştür. Millet denilen büyük topluluğun kökünde ve çekirdeğinde aile vardır. Her doğan çocuk, ailesinin bir üyesi olarak büyürken, kendiliğinden milletinin de üyesi olur. Çok kalabalık bir insan topluluğunu bir millet yapan değerler, özler, özellikler ailede mevcuttur. Bu bakımdan millet dediğimiz büyük beşerî varlığı da çok büyük bir aile sayabiliriz. Öyleyse, milliyetçilik de pekâlâ, çok yalın bir şekilde “aileye sadakat” diye anlaşılabilir, algılanabilir.

      Vatan

      Her aile yuvasının bir mahremiyeti, dokunulmazlığı ve kendine mahsus kutsallığı vardır. İçinde yaşayan aile fertleri için bir yuvanın değeri, asla maddî özellikleri ile ilgili değildir. Maddî değer ayrı bir kategori teşkil eder, ayrı bahistir. Herkesçe, her zaman gözlenebilir ki ailelerin ve fertlerin, barındıkları yuvaya, o yuvanın bulunduğu muhite karşı tabiî, sıcak, içten gelen bir bağlılığı,