Ayvaz Gökdemir

Türk Kimliği


Скачать книгу

ve sarsan milliyetçi ve demokratik gelişmelere, ister istemez saygı duymakta ve şapka çıkarmaktadır. İkiyüzlü ve çifte standartlı davranmaları her zaman mümkündür, fakat bu gelişmeleri durduramayacaklardır.

      II

      TÜRK MİLLETİ VE TÜRKİYE

      Biz Kimleriz?

      Biz insanlık âleminin en şerefli topluluklarından biri olan Türk milletindeniz. Milletimiz, dünyanın büyük, orijinal ve köklü kültür meydana getirmiş ve bu sebeple insanlık târihinde büyük roller oynamış bir kaç büyük milletinden biridir. Hunlardan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar yaklaşık 2500 yıldan beri Arz üzerinde devlet sâhibi olarak yaşarız. Yazının icadı ile başlayan insanlık târihinin üçte birinden fazla bir sürede kesintisiz devlet, yani istiklâl ve medeniyet sâhibi olarak varız.

      Türk siyâsî birliği Hunlarla kurulmuş ve Türk kültürünün mayası, M. Ö. 220 ila M. S. 216 arasındaki dört buçuk asırda oluşmuştur. Bu kültür ve devlet geleneği, sonraki asırlar içinde, değişerek, yenilenerek, unsurlar kaybedip unsurlar kazanarak fakat aslî karakterini ve özünü kaybetmeden bugüne ulaşmıştır.

      Bu târihî akış içinde, en köklü, şümullü ve köşeli değişme, milletimizin İslâm’la müşerref oluşudur. Göktürkler çağında başlayan İslâm’la temas, 924 senesinde Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han (901 – 955)’ın milletini Müslüman olmaya dâvet eden kutlu fermanı ile noktalanmış; bu noktadan itibâren Türk milleti ve Türk kültürü, maddî ve manevî bakımdan yeni bir istikâmete tevcih edilmiş, yeni bir âleme açılmıştır. Neticeleri bakımından hem Türk târihinin, hem dünya târihinin dönüm noktalarından biri olan bu karardan, yani 1000 yıllık “Gök Tanrı” dîninin yerine Büyük Türk Hakanlığı’nın “tek ve resmî dîn”i, olarak İslâm’ın ikame edilmesinden sonra, Türklük, stratejik hedef olarak Yakın ve Orta Doğu’ya yönelirken, Türk kültürü de Kâşgar’da İslâm imânı etrafında yeni bir mayalanma dönemine, feyizli bir inkılâp sürecine girmiştir. Bir asır gibi kısa bir sürede bu süreç tamamlanır; Türk milleti gönüllü kitleler hâlinde, yaratılış ve hasletlerine çok uygun gelen bu yeni ve kutlu dîni benimser, Kâşgar’da çalınan maya ile İslâmî Türk Kültürü kararını bulup şekillenir. “Oğuz’un altın nesliAbdülkerîm Satuk Buğra Han’ın şahsında “i’lâ-yı kelimetu’llah” kutsal görevi ile Allah tarafından seçilmiş ve Hz. Peygamber tarafından üç asır önce müjdelenmiş millet olduğuna kemâl-i samimiyetle inanmakta ve bu yeni misyonun çok yüksek gerilimi ile genç bir küheylan gibi siyâsî, askerî, medenî şahlanışlara hazırlanmaktadır.

      Vatan ve Devlet

      Kâşgar’da mayalanıp kararını bulan “Müslüman Türk” kimliği ve İslâm îmânı ile pekişerek, İslâm’ın feyzi ile nurlanıp zenginleşerek nihâî gayesini bulmuş târihî “Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü” ile geldiğimiz bugünkü Türkiye toprakları ise, büyük târihimizin en şerefli ve her bakımdan en büyük bölümü olan son bin yılında mübarek ve mukaddes vatanımız olmuştur. Türkiye Türk Târihi, Büyük Türk Târihi’nin her bakımdan zirvelerini teşkil ve temsil eder. 2500 yıllık kesintisiz Türk istiklâl geleneği de XX. asırda yalnız Türkiye Türk Devleti’nde yani Türkiye Cumhuriyeti’nde devam etmektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’nin varlığını Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrı mütâlâa etmeyerek böyle söylüyorum. (Türk Cumhuriyetleri, 1991’den, yani kitabın ilk basımından sonra istiklâl kazandılar.)

      Tabiatiyle, bir toprak parçası durup dururken vatan olmaz. Toprakları vatan yapan, kan, îman ve irfandır. Kan, iman ve irfan (kültür)la yoğrularaktır ki alelâde bir coğrafya parçası vatan olur. Bazı târihî hatırlatmalarla hâfızalarınızı tazeleyerek üzerinde yaşadığımız coğrafyanın nasıl “Türkiye” olduğunu, Türk Devleti’nin nasıl kurulup bugüne ulaştığını yeniden dikkatlerinize sunmak istiyorum:

      26 Ağustos 1071 Cuma günü, Van Gölü’nün 45 km. kuzeyindeki Malazgirt ovasında 50.000 kişilik Müslüman Türk ordusu saf tutup Cuma namazını edâ ettikten sonra, sultanı ve sıra neferi aynı safta, aynı iman ve aynı heyecanla gök gürler gibi tekbir ve tehliller getirerek hücuma geçti. Daha önce defaatle yokladıkları bir ülkeyi açmaya kat’î karar vermişlerdi. Hava kararırken 200.000 kişilik Bizans ordusu şimşek parıltılı Türk kılıcına râm olmuş ve Anadolu, Türkçe konuşarak ve “Allahü Ekber!” diyerek gelen gönlü tevhîd nuru ile aydınlık Müslüman Türk’e açılmıştı. Dört sene, sadece dört sene içinde Kutalmış oğlu Süleyman Şah’ın kumandası altında Türk atlıları Marmara kıyılarına ulaşmış, İznik alınarak burası ilk payitaht (başkent) olmak üzere ebedî Türkiye Devleti kurulmuştu.

      1075’te kurulan devlet, 22 sene sonra kendisini, birinci dalgası 200.000, ikinci dalgası 600.000 kişilik I. Haçlı Ordusu’na karşı müdâfaa mecbûriyetinde kaldı. Türk ordusu 150.000 atlıdan ibâretti. Sultan I. Kılıçarslan, Asya bozkırlarına geri dönmedi. Bu yeni ve sevgili vatanı, ne bahasına olursa olsun, müdâfaaya karar verdi. Kudüs’ü hedeflemiş olan Haçlı Ordusu, Antakya önlerine vardığı zaman sâdece 100.000 kişi kalmıştı! Anlaşıldı ki Türk’ün vatanım dediği toprak, düşmana ancak mezar oluyordu…

      Buna rağmen, birincisinden 15 sene sonra ikinci Haçlı Ordusu geldi. Selçuklu tahtında Kılıçarslan’ın oğlu I. Mes’ûd vardı. Haçlıların 75.000 kişilik birinci dalgasını Konya ovasında karşılayıp imha eden Sultan Mes’ud, bunların artıkları ile birleşerek gelen 150,000 kişilik ikinci dalgayı Yalvaç’ta vurmaya başladı, vura vura Toros geçitlerinden aşırdıktan sonra Ceyhan’da asıl öldürücü darbeyi indirdi. Geride kalanlar Antakya’ya sığındılarsa da bilâhare Şam civarında bir kere daha Türkler tarafından perişan edilip geri atıldılar.

      Türkler yeni vatanlarını, “Hatt-ı müdâfaa (savunma çizgisi) yok, sath-ı müdâfaa (savunma yüzeyi – alanı) vardır; o satıh (yüzey -alan ) bütün vatandır.” anlayışı içinde karış karış savunuyor, vatan toprağının her karışını kendi kanları ve düşman kanı ile suluyorlardı. XX. asrın başında mecbur kaldıkları son savunmada da aynı emri alacak ve aynı şeyi yapacaklardır…

      Târihte Haçlı Seferleri diye isimlendirilen ve Türkleri Anadolu’dan ve Ortadoğu’dan atmak üzere bütün Hıristiyan Avrupa’nın iştirakiyle düzenlenen sekiz askerî sefer, 1096 ila 1270 yılları arasında 174 yıl boyunca tekrarlanıp durdu ve bu dalgalar Türk’ün iman dolu göğsünde söndürüldü… Taa 1922’ye kadar Osmanlı târihi boyunca da Haçlı Seferleri hiç durmayacak ve vatan dediği toprakta tutunabilmek için Türk, her defasında gereken bahâyı ödemekten hiç yılmayacaktır…

      Malazgirt’ten 105, Türkiye (Anadolu Selçuklu) Devleti’nin kuruluşundan 101 sene sonra, Türk ve Bizans orduları, 17 Eylül 1176’da bu defa da Batı Anadolu’da bir gölün, Eğridir Gölü’nün kuzeyinde Miryokefalon’da, Hoyran Gölü ile Kumdanlı arasındaki dar vadide (bugünkü Isparta ilimizin sınırları içinde) bir kere daha karşı karşıya geldiler. Türk sultanı yine bir Kılıçarslan’dı: I. Mes’ud’un oğlu II. Kılıçarslan (1156 – 1192)… Alparslan, Süleyman Şah, I. Kılıçarslan, I. Mes’ûd’dan sonra “ Ebül-fethII. Kılıçarslan’ın da muzaffer olmasıyla, Anadolu’nun artık tartışılamayacak bir biçimde Türk yurdu olduğu ispatlanmış oldu.

      Mamafih, bu zaferden 10 yıl sonra (1186) gelen ve Haçlı Seferleri’nin en şöhretlisi olan III. Haçlı Seferi’ni de Anadolu’da