Ayvaz Gökdemir

Türk Kimliği


Скачать книгу

Bayram Sabahı şiirinde milletimizi, “Ordu milletlerin en çok dövüşen en sarpı “ diye niteleyen Yahya Kemal Beyatlı, aynı şiirde “Mehmetçik”i şöyle anlatır:

      Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri

      Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbîr’i;

      Ne kadar sâf idi sîmâsı bu mü’min neferin;

      Kimdi? Bânîsi mi, mîmârı mı ulvî eserin?

      Tâ Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu

      Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,

      Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,

      Çok büyük bir işi görmekle yorulmuş belli.

      Hem büyük yurdu kuran, hem koruyan kudretimiz.

      Her zaman varlığımız, hem kanımız, hem etimiz.

      Vatanın hem yaşayan vârisi, hem sâhibi o,

      Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,

      Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,

      Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde…

      Evet, Malazgirt’ten yürüyen “Türkoğlu” bu neferdi! İstanbul’u fetheden de, oraya ebedî Türklük mührü olarak Süleymaniye’yi diken de odur. 26 Ağustos 1071’de Malazgirt ovasında akan kanla 26 Ağustos 1922’de Afyon’dan İzmir’e doğru akan kan aynı kandı! Anadolu’nun doğusunda ve batısında dokuz asır ara ile bu neferin yüreğini kanatlandıran aynı îmandı! Benimsediği günden itibâren o bu îmandan hiç ayrılmadı. Bu îmana adanmış Allah askeri olarak yaşamaktan hiç geri durmadı, hiç bir zaman yılmadı! 9 Eylül 1922’de İzmir Kordonu’nda bir zafer marşı besteleyen nal sesleri, “Allah Allah!” haykırışları, Malazgirt, Eskişehir, Konya, Isparta, Ceyhan ovalarından, Kosova’dan, Niğbolu’dan Varna’dan, İstanbul’dan, Trabzon dağlarından, Çaldıran’dan, Kahire önlerinden, Belgrad’dan, Budin, Eğri, Uyvar’dan, Ege ve Akdeniz adalarından, Rusya steplerinden, Kafkas eteklerinden, Afrika ve Habeş çöllerinden, Körfez’den, Yemen’den… kulağımızda uğuldayan aynı sesler, aynı gülbanklerdi… Şâirin, bir bayram sabahında Süleymaniye cemaatinin arasında gördüğü, gözleri yaşlı, yiğitler güzeli mümin nefer, bugün de vatanın yaşayan vârisi ve sâhibi sıfatıyla, Habur suyunun kıyılarında, Cûdi dağının tepelerinde, hâlâ Türk kanına doymadım diyen topraklara kan veriyor, can veriyor!

      Bugün Türkiye’de, maalesef, vatanı kuran, kurtaran ve yaşatan kanı, imanı, irfanı inkâr edenler, yok saymak, yok hükmünde tutmak, mahkûm vaziyette bırakmak isteyenler var. “Türküm ve Müslüman’ım” demeyi suç-kabahat halinde görenler, gösterenler var. Fakat şükürler olsun ki, her devirde olduğu gibi, nefes aldığı sürece kanının, îmânının ve irfanının davacısı olacak milletin öz oğulları ve kızları da var…

      Toprağımızın Mânevî Sahipleri

      Türkiye’nin neresine baksanız, neresini kurcalarsanız, şehidler, gaziler, kahramanlar, âlimler, evliyalarla ilgili maddî ve manevî izler, hatıralar, eserler görürsünüz. Köylere kadar böyledir bu.

      En büyüğünden en küçüğüne kadar fetihlerimizde, gazalarımızda manevî işaretler, gerçek’ten daha mühim efsâneler, inanışlar vardır. İstanbul’u fethetmeden önce yaşayan evliyamız Akşemseddin, sûr dibinde şehid sahabî Ebâ Eyyüp Ensârî’nin mezarını keşfetti. İstanbul’un Eyüp semti onun ismini taşır, başka birçok semtleri başka evliya ve kahramanların isimlerini taşıdığı gibi.

      Konya’da Mevlânâ, Kırşehir’de Hacı Bektaş, Ahî Evran, Kayseri’de Seyyid Burhaneddin, Bilecik’te Edebalı, Bursa’da Emir Sultan, Akşehir’de Hoca Nasreddin, Göynük’te Akşemseddin, Ankara’da Hacı Bayram, İznik’te Eşrefoğlu, Tillo (Siirt)’da Erzurumlu İbrahim Hakkı, Kastamonu’da Şaban Veli, Eskişehir’de ve Türkiye’nin bilmem kaç yerinde Yunus Emre hazerâtı yatmaktadırlar. Bunlar hemen akla ve dile geliveren en şöhretliler. Bunların yanına katılacak binler var. Anadolu Erenleri de bir ordu idiler. Yaşarken vatanı kurdular, öldükten sonra da manevî feyizleriyle nesillerin ruhlarını yoğurmaya devam ettiler. Halen bu vatanın en sarp manevî siperleri onların mübarek mezarları, türbeleridir. Öyle olmasa küstah ve terbiyesiz Yunan palikaryaları Bursa ve İznik’te önce türbelere saldırırlar mıydı?

      Toprağın Dini ve Milliyeti

      Bu toprakları önce kanımız, sonra alın terimiz, göz nurumuz, gönül cevherimiz, gözyaşımızla nakış nakış işlemiş, her köşesini “taşı yenmiş nice bin işçi ve mîmâr”ın elinden çıkma maddî eserlerimiz ve mâneviyatımızla doldurmuşuzdur. Türkiye, Doğu Beyazıt’taki İshak Paşa Sarayı’ndan Edirne’deki Selimiye Camii’ne kadar kubbeler, künbedler, minareler, taşa geçmiş nakışlar, oya gibi işlenmiş mermerler, çiniler, ahşaplar, minyatürler, hüsnühatlarla Türk mührünü, Türk damgasını taşır…

      Asırlar süren gayretlerle bu coğrafyanın dağını, taşını, toprağını, ağacını, suyunu, kurdunu, kuşunu kanımız, irfanımız, imanımızla yoğurduk; kendi rengimize boyadık, mânâlandırdık. Târih anlattık, efsane, destan, türkü, ağıt, masal söyledik; neticede Türk ettik, Müslüman ettik! Bunlar Müslüman olur mu, Türk olur mu dememek lâzımdır; olur, olmuştur!

      Her biriniz köyünüzdeki, kasabanızdaki, şehrinizdeki mahallelerin, semtlerin, sokakların, dağların, surların, arazi mıntıkalarının isimlerini, bu isimlerin hikâyelerini; ağaçların, kuşların, çiçeklerin, hayvanların efsanelerini, masallarını hatırlayınız. Benim verdiğim örnekleri zenginleştiriniz. Kumruların ne diye dem çektiklerini, keklik ve leyleklerin bacaklarındaki ve gagalarındaki kırmızı rengi, çiçeklerin şahı gülün rengini ve kokusunu, yoğurt çiçeği de denen şu papatyanın ne çiçek olduğunu, Türkiye’nin her yerinde görülen ve mübarek sayılan şu “üç ağaç”, “beş ağaç”ları, “üç taş”, “beş taş”ları, “ağlayan kaya”ları, “harlayan mağaraları”, şifalı sularla çamurları bir köylü çocuğuna, bulundukları mahalde sıradan bir vatandaşa sorunuz.

      Târihî eserlerimizle, hâlâ mumlar yakılıp çapıtlar bağlanan türbeleri, yatırları gözünüzün önüne getiriniz… Böylece bir toprak nasıl bir milliyetin rengine bürünür, nasıl iman ve şahsiyet kazanır, anlarsınız. Ve kabul edersiniz ki “şanlı”, “kahraman”, “gazi” gibi insan sıfatları verilebilen toprakların şahsiyeti vardır, mânâsı vardır, dîni ve milliyeti vardır…

      Sesimiz, Sözümüz

      Böylece yoğurduğumuz toprağın havasını kılıç ve nal seslerimizle beraber savaş naralarımız, gülbangimiz, heybetli mehterimiz, mehâbetli tekbîrimiz, yerine göre hüzünlü ve yanık, yerine göre neş’eli ve şakrak türkülerimiz, şarkılarımız, saz eserlerimiz, dînî bestelerimiz, ince şiirimiz, güzel dilimiz doldurmuştur.

      Türkçe bizim Avrupa ortalarından Büyük Okyanusa, Yugoslavya’dan Çin’e, Sibirya’dan Arabistan ve Hindistan’a kadar dalgalanan “ses bayrağı”mızdır. VIII. asırda “bengü taş”a kazınmış 1200 senelik edebî dildir o. Çince ile, Hindçe ile, Farsça ile, Arabça ile rekâbet etmiş ve yitmemiş, bitmemiş, dipdiri yaşayıp gelmiş. Sakalar, Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Selçuklular, Timurlular, Osmanlılar armağanı kültür beşiğimizdir, mânevî vatanımızdır.

      Aşkımızı, sevdamızı, sevincimizi, yasımızı, kederimizi, hasretimizi söylediğimiz,