Ayvaz Gökdemir

Türk Kimliği


Скачать книгу

ki, İslâm’ı kuşatmış boğuyorken hüsran…

       O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın!

       Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın!

       Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın!… Heyhat!

       Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat…

      Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

      Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber!..

      derken yakın muhatabı, ilham kaynağı ve hassasiyet odağı, Çanakkale şehidi olan Mehmetçik’tir; fakat Kılıçarslan’la Selâhaddîn’i onlarla birlikte hatırlaması da boşuna değildir. Çünkü onlar da aynı hitaba bihakkın lâyık olduklarını 700 küsur sene önce isbât ve fânî varlıkları ile ebediyete intikal etmiş; fakat lâzım olunca, ruhları, îmanları, kahramanlık seciyeleri ile Çanakkale’de “Âsım’ın Nesli” olarak yeniden dirilmişlerdir… Ruh, mânâ ve seciye olarak “Âsım’ın Nesli”, Türkiye târihi boyunca hiç kesilmemiştir… Vatan için ne zaman gerekse, ne zaman emredilse, “ hücum değil ölüm” emredildiğini bile bile, gözünü kırpmadan atılmış, şehâdet şerbetini âb-ı zülâl gibi seve seve içmiştir…

      İskân

      Bütün bu vukuat esnasında Türkistan’dan, Orta Asya’dan milyonlarca Türk gelip Anadolu’ya yerleşiyordu. Bütün Anadolu Selçuklu sultanları, Hıristiyan tebealarına karşı da son derece âdil, müsâmahalı ve nezaketli idiler. Bununla beraber, devletin İslâm îman ve ülküsü ile Türk nüfûsuna, Türk kanına dayanarak kurulup ayakta durduğunu da asla unutmuyorlardı. Hem kendileri aynı kan ve imanı taşıdıkları için, hem çok yüksek şuur sâhibi oldukları için unutmuyorlardı, hem de Esâsen her ân karşı karşıya bulundukları tehdit, taarruz ve tehlikeler, böyle bir unutkanlığa mani idi. Bu sebeple dâimâ Türkistan’dan Anadolu’ya nüfus akışını temin edecek bir siyâset takip ediyorlardı. Gerçekten de Türklüğün iki ucu arasında doğudan batıya doğru akan kitlevî bir “göç kanalı” kurulmuştu. Ordular açıyor, kitleler geçiyordu. Fetihleri, çok hızlı bir iskân ve imâr hareketi tamamlıyordu.

      İşte o günlerden, 1080’li yıllardan beri üzerinde yaşadığımız topraklar, bütün dünyanın kayıtlarına “Turcia” (Türkiye) diye geçmiştir. “Romania”, yani “Romalıların Ülkesi”, “Türklerin Ülkesi” olmuştur. Karadeniz, Akdeniz, Ege ve Marmara sahilleriyle bütün Anadolu’nun 1083’te artık Türklerin eline geçtiği, Bizans târihlerinde yazılıdır. Anadolu Selçuklu Türkiyesi’nin insan unsurunu % 90’dan az olmayan bir nisbette Müslüman Oğuzlar, yani Türkmenler teşkîl ediyordu. Mütehassıs târihçilerin tesbit ve tahminleri budur.

      Esâsen, Türkler geldiği zaman Anadolu’da kesîf bir nüfus da yoktu. Özellikle Orta Anadolu, Akdeniz bölgesi ve Batı Anadolu’da çok az yerli nüfus yaşıyordu. Bunun çeşitli sebepleri vardır: uzun asırlar boyunca bu bölgelerde cereyan eden çetin mücadeleler, insan varlığını eritmiş ve kaçırmıştı. Bu asırlarda bölge artık işlek ticaret yollarının dışında kalmıştı. Batıda, Avrupa topraklarında da başı belâda olan Bizans imparatorluğu, Anadolu’dan çok sayıda nüfus kaydırmıştı. Bir de şu var: XI. asırda dünya nüfusunu ve nüfus hareketlerini bugünün ölçüleri içinde tasavvur etmek son derece yanıltıcı olur. Bütün dünyada nüfus bugünküne göre çok az ve seyrektir. Bundan dolayı, Türklüğün bir hamlede Anadolu’yu Türkleştirmesi, hârika bir olay olmakla beraber izahsız değildir ve asla az sayıdaki savaşçı göçebelerin büyük ve kesif bir nüfûsa tepeden hâkimiyeti mâhiyetinde kalmamıştır. Öyle olsa idi, ne ardı arkası kesilmeyen Haçlı taarruzlarına dayanabilir, ne de büyük Moğol belâsından sonra Osmanlı zuhuruna imkân veren bir dirilikle ayakta kalabilirdik. Çin’de Tabgaçların, Orta Avrupa’da Macarların, Tuna boylarında Bulgarların akıbetine uğramayışımızın çok mühim birinci sebebi bu akıllıca nüfus siyâsetidir.

      Müslüman Oğuzlar, Anadolu’ya köylü, şehirli ve ekseriyetle göçebe hüviyetinde gelmişler ve geldikleri yerlerde olduğu gibi, öncelikle, köylüler köylere, şehirliler şehirlere, göçebeler uçlara ve yaylalara yerleştirilmişler; böylece herkes yeni vatanda da alıştığı hayat ve faaliyet tarzını devam ettirme imkânını bulmuştur.

      Yerleşme ile birlikte alışkanlıklar, âdetler, gelenekler, sanat, zenaat ve hünerler de yeni topraklarda boy atmağa, kök salmağa başlıyordu. Köy, kasaba, şehir yer ve su isimleri değişiyordu. Oğuzlar yeni yurtlarına ya yeni isimler yakıştırıyor veya önceki yurtlarının isimleriyle yerleşiyorlardı. Anadolu’yu Türkleştirenler; Kınık, Kayı, Bayındır, Barak, Yıva, Salur, Avşar, Varsak (Farsak), Beğdili, Büğdüz, Bayat, Yazır, Karabölük, Alkabölük, Yüreğir, Dodurga, Alayuntlu, Tekelü, Kozanlı, Döğer, İğdir, Peçenek, Çavuldur (Çavun-dür), Çepni (Çetmi), Çaruklu, Karkın, Kızık, Yaparlı, Eymirli Oğuz boy ve oymakları ile bunlarla birlikte gelen Kıpçak, Karluk, Harzemli gibi diğer Türk boy ve oymaklarıdır. Bugünkü Türkiye’nin her tarafındaki yer, su, topluluk isimleri bunlarla karşılaştırıldığı zaman, bugünkü Türklerin XI. asırda gelen bu Türk ve Türkmen boy ve oymaklarının devamı olduğu açıkça anlaşılır.

      Anadolu Selçuklu Devleti’nin güç ve ihtişam bakımından en parlak ve en yüksek dönemi olan “Uluğ SultanAlâeddin Keykubâd (1192 -1237) devrinde Türkiye, 15 milyon nüfusu, âsâyiş, refah ve zenginliği ile dünyanın en kudretli devleti idi. Aynı târihte İngiltere Krallığı’nın nüfusu sâdece iki milyondu. Büyük Türk şehirlerinin hepsi bu devirde teşekkül etti. Issız ve geri kalmış Bizans Anadolusu’nun yerinde, çok ve kesif nüfuslu, hareketli, mâmûr, müreffeh, düzenli ve disiplinli Selçuklu Türk Anadolusu, dünyanın gözünü kamaştıracak bir parlaklıkta bu dönemde ortaya çıktı

      Doğudan batıya Türk kitlelerini zorlayan Moğol tazyiki, istilâ ve hâkimiyeti de genel olarak milletimizin, doğudan batıya Türk devletlerinin, İslâm âleminin ve bizzat kudretli ve müreffeh Türkiye Devleti’nin felâketi olmakla, pek çok Türk nüfusu kırmış bulunmakla beraber, önü sıra sürüklediği kitlelerle nüfus bakımından Türklüğü bu topraklarda takviye etmiştir. Ağır bir felâket ve musibetten Türkiye’de Türk varlığının kesafet kazanması gibi hayırlı bir netîce de hâsıl olmuştur. Meselâ, Büyük Alâeddin devrinde babası ile birlikte Türkiye’ye gelip Konya’ya yerleşen Mevlânâ’nın “Belhî” (Belhli) değil de “Rûmî” (Anadolulu) olarak şöhret kazanması da bir bakıma, bu uğursuz Moğol tazyikinin uğurlu ve feyizli yemişlerinden biri sayılabilir.

      Vuruşkan, zorba ve medeniyetçe geri göçebe istilâsının tipik örneği Moğol istilasıdır. Gerek kuzey, gerek güney kuşağında Türk ülkelerini istilâ eden Moğollar ki Cengiz Han’dan sonraki dört dalın üçüdür, 70–80 sene içinde Türkleştiler ve İslâmlaştılar. Türkler gibi Sünnî-Hanefî mezhebini benimsediler ve Moğolcayı tamamen unutup Türkçe konuşmaya başladılar. İslâm’dan, hattâ Mîlad’dan önceki dönemlerde de Moğollar, Türk kültürünün pek çok unsurlarını iktibas edip benimsemişler ve kan bakımından da kısmen bir Türk Moğol karışması olmuştu.

      Burası Türkiye

      İşte, çok sür’atli dokunuşlarla hatırlatmaya çalıştığımız o günlerden bugünlere kadar bu vatan üstünde, Türk’ün “kendi gök kubbesi”nde günde beş vakit ezanlar inler; göğün katları ve yerin katmanları, “Allah bir ve ekber, Muhammed hak peygamber” mesajı ile titrer… İşte o günlerden bugünlere kadar bu topraklara Türk’ün kanı sızar, alın teri ve gözyaşı damlar… İşte