Ali Kafkasyalı

Samet Vurgun


Скачать книгу

var ki, İslâm’ın muattal, beyni, bâzûsu.

      “Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?” diyorlar. Gördüğüm: Yer yer,

      Harâb iller; serilmiş hânümanlar; başsız ümmetler;

      Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar;

      Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar;

      Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar;

      Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;

      Tegallübler, esâretler; tehakkümler, mezelletler;

      Riyâlar; türlü iğrenç ibtilâlar; türlü illetler;

      Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;

      Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar;

      Cemâ’atsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar;

      “Gazâ” nâmıyle dindaş öldüren bîçâre dindaşlar… (Ersoy, 1992: 413)

* * *

      Âkif, Osmanlı Müslümanlığı için “Yazık ey millet-i merhûme!” dedikten sonra Türk ellerine ümit yolculuğuna çıkar. Yönünü Türkistan’a döner. Türkistan’ın durumunu “Süleymaniye Kürsüsünde” şöyle anlatır:

      “Yazık ey millet-i merhûme!” dedikten sonra;

      Atladım Rusya ya gitmekte olan bir vapura.

      O zaman Rusya´da hâkimdi yaman bir tazyik…

      Zulmü sevdirmek için var mı ya bir başka tarik

      Düşünen her kafanın mutlak ezilmekti sonu!

      Medenî Avrupa, bilmem, niye görmezdi bunu

      …

      Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle,

      Fikr-i hürriyyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele!.

      Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak:

      Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak!

      …

      Yolu tuttum yalınız doğruca Türkistan´a.

      Gece gündüz yürüdüm bulmak için Taşkent´i;

      Geçtiğimiz yerleri ta´dâda mahal yok şimdi.

      Uzanıp sonra Buhârâ´ya, Semerkant´a kadar;

      Eski dünyâda bakındım ki ne âlemler var

      Sormayın gördüğüm âlemleri, hiç söylemeyim:

      Yâdı temkînimi sarsar da kan ağlar yüreğim.

      O Buhârâ, o mübârek o muazzam toprak;

      Zilletin koynuna girmiş uyuyor müstağrak!

      İbn-i Sînâ´ları yüzlerce doğurmuş iklîm,

      Tek çocuk vermiyor âguşuna ilmin, ne akîm!

      O rasad-hâne-i dünyâ, o Semerkand bile;

      Öyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle:

      Ay tutulmuş, “Kovalım şeytanı kalkın!” diyerek,

      Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek!

      Bu havâlîde cehâlet ne kadar çoksa, nifâk,

      Daha salgın, daha dehşetli… Umûmen ahlâk

      – “Pek bozuk” az gelecek -nâmütenâhî düşkün!

      Öyle murdârını görmekte ki insan fuhşun;

      Bırakın söylenemez: Mevki´imiz cami´dir;

      Başka yer olsa da tafsile hayâ mâni´dir.

      Ya ta´assubları? Hiç sorma, nasıl maskaraca!

      O, uzun hırkasının yenleri yerlerde hoca!

      Milletin hayrı için her ne düşünsen: Bid’at;

      …

      Ne Hudâ´dan sıkılırlar, ne de Peygamber´den.

      Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden,

      Çekecek memleketin hâli ne olmaz, düşünün!

      Sayısız medrese var gerçi Buhârâ´da bugün…

      Okunandan ne haber on para etmez fenler,

      Ne bu dünyâda soran var, ne de ukbâda geçer.

      Üdebâ doğrusu pek çok, kimi görsen: Şâir.

      Yalınız, şi´rine mevzû iki şeyden biridir:

      Koca millet! Edebiyyâtı ya oğlan, ya karı…

      Nefs-i emmâre hizâsında henüz duyguları!.. (1912) (Ersoy, 1992: 149 vd.)

* * *

      1914-1921 tarihlerinde yedi yıla yakın Türk yurtlarında görev yapan Adil Hikmet Bey de “Asya’da Beş Türk” adlı eserinde Asya’daki “ulema”nın hâlini bütün çıplaklığı ile uzun uzun anlatır.

      Arap muhitlerinden gidip Türkistan’da hocalık yapan, hatta kendilerini şeyh olarak tanıtan din tacirlerinden Said Hoca’ya (Said El-Aseli) Arif Hikmet Bey sorar:

      “-Hoca” dedim.”Şimdiye kadar kaç kadın aldın?”

      “Galiba dört yüz elliyi geçti. Ama hakiki adedini ben de unuttum.” (Gedikli, 2012: 373)

      …

      “Halk münevver ve açıkgözdür. Ancak ulema sınıfı yine öyle tembel, safsatacı ve cahildir. Bunlar dinin esaslarını dahi bilmezler. Yegâne işleri beş on kuruş mukabilinde arzu olunan şekilde fetvalar vermek ve ahlakı ifsad etmekten ibarettir.

      Sıcak yaz günlerinde bağlarda sohbet kurarak zevk ve neşeyi artırmak bahanesiyle müselles-i şer’i namını verdikleri şarabın içilmesine bile tellallık ederler.

      …

      Kaşgar'da birbiriyle geçinemeyen beyler ulemanın bu hâllerinden istifade ederler. Onların ellerine kıstırdıkları birkaç kuruşla her şeyi yaparlar. Parayı alan hoca minareye çıkar ve bağırmaya başlar:

      “Ey nas (insanlar)! Filan bey kâfirdir. Hatunu kendisinden boştur. Hiçbir fert ona selam vermesin. Veren olursa o dahi kâfirdir… İşte ulemanın hâli!.. Ulema bu gammazlığı ve münafıklığı birkaç kuruş hatırı için irtikab eder (işler).” (Gedikli 2012: 352 vd.)

      Büyük mihrakların görevlendirdiği “din tacirleri” vasıtasıyla Müslüman toplumların zincire vurulup köleleştirtirildiği, maddî ve manevî bütün varlıklarının istismar edildiği, Vakıf’ın diliyle “âlilerin hâk-i mezellette, denilerin muteber olduğu”, Müslüman coğrafyalarının densizlerin, şarlatanların tahakkümü altına alındığı, gerçek aydın ve âlimlerin tükenme noktasına geldiği, cehaletin gırtlağa dayandığı bir dönem …

      Âkif’in yazdığı gibi

      Felâketin başı, hiç şüphe yok, cehaletimiz;

      Bu derde çare bulunmaz – ne olsa – mektepsiz;

      Ne Kürt elifbayı sökmüş, ne Türk okur, ne Arap;

      Ne Çerkes’in, ne Lâz’ın var, bakın, elinde kitap!

      Hülâsa milletin efrâdı bilgiden mahrum.

      Unutmayın şunu lâkin: “Zaman: zamân-ı ulûm!”

      Müfessir şair böyle derken halk ozanı Zülalî de aynı şeyleri söylüyor:

      Bütün Ermeniler, Rumlar okurlar Türkçe, Rusça’yı,

      Yazık