Анонимный автор

Ali Akbaş Armağanı


Скачать книгу

K. Maraş Lisesini ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdim. Çeşitli liselerde, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde ve Ankara Meslek Yüksek Okulunda edebiyat öğretmenliği ve idarecilik yaptım. Film, Radyo Televizyonla Eğitim Merkezinde radyo programcılığı görevinde bulundum. 1983 yılında araştırma görevlisi olarak H. Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne geçtim. Burada da yüksek lisansımı tamamlayarak Türk dili okutmanlığı görevine geçtim. Okutmanlık yanında şiirle ve çocuk edebiyatıyla da uğraşmaktayım. Masal Çağı, Kuş Sofrası, Gökte Ay Portakaldır adlı üç kitabım yayımlandı. Meslek hayatımda yirmi beş yılımı doldurarak emekli oldum.”

      İşte bu kadar Ali Akbaş’ın dilinden Ali Akbaş… Geldim bu dünyaya gider oldum asıl yurduma der gibi mütevazı, sade bir anlatım. Sade yaşayanların, şatafatsız, gösterişsiz, sessiz yaşayanların hayatları bu kadardır işte. Ama biz biliyoruz ki Akbaş, bu sessizliğe her bir kelimesi hazineler yüklü, anlamlar yüklü nice mısralar sığdırdı.

      Onun eksik bıraktığı birkaç bilgiyi de biz aktaralım. Yazar daha 16 yaşında bir lise öğrencisi iken yazdığı ve köyüne duyduğu özlemi anlatan bir şiiri Engizek adlı mahallî bir dergide yayınlanır. Daha sonra 1964 yılında açılan Maraş Lisesi İçin Marş yazılması konulu şiir yarışmasında birinci gelir ve bu şiir, doğduğu yer olan Kahramanmaraş’taki “Kahramanmaraş Lisesi”nin marşı olarak kabul edilir. (Tatçı, 208: 143)

      Ali Akbaş, Yüksek lisansını Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde “Yapalak ve Ekinözü Ağızları” konulu çalışmasıyla tamamladı. 1999-2000 öğretim yılında Kazakistan’da Ahmet Yesevî Üniversitesinde öğretim elemanlığı da yaptı. (Şahin, 2010: 24)

      Onun; Masal Çağı (1983), Kuş Sofrası (1991), Eylüle Beste (2011), Turna Göçü (2011), Erenler Dîvânında (2011) ve Bütün Şiirleri (2018) isimli şiir kitapları yanında Gökte Ay Portakaldır (1992) çocuklar için yazılmış masal ve Kız Evi Naz Evi (1969) adıyla kaleme alınmış bir de tiyatro oyunu bulunmaktadır. Bu eser İstanbul Radyosunda Radyo oyunu olarak seslendirilmiştir.

      Doğduğu toprakların derdiyle dertlendi, sevinciyle güldü, hüznüyle ağladı… Bu yüzden 1991 yılında Kuş Sofrası kitabıyla “Türkiye Yazarlar Birliği” şiir ödülünü almış, ayrıca bu kitap 2000 yılında Mariya Leontiç tarafından Makedonca ‘ya ve Miraziz Azam tarafından Özbekçe ’ye çevrilmiştir. Yine 1993 yılında Kazakistan’ın başkenti Almatı’da gerçekleştirilen II. Türk Dünyası Şiir Şöleni’nde Mağcan Cumabayulı Ödülünü, 2004 yılında Kosova’da yayınlanan “Türkçem” Çocuk Dergisi tarafından yılın şiir ödülünü almıştır. Başarıları bunlarla da sınırlı kalmayan şair, 2005 yılında İtalya’nın Venedik kentinde düzenlenen 57. Şiir Bienali’nde ve 2007 yılında da 20. Moskova Kitap Fuarında Türkiye’yi temsil etmiştir.

      Dr. Aslan Tekin’in tespitlerine göre Akbaş’ın şiirleri, Ötüken Türk Kültürü, Türk Edebiyatı, Erguvan, Doğuş Türk Yurdu, Hisar ve Hamle gibi dergilerde yayımlandı. (Tekin, 2005: 33)

      Akbaş’ın edebiyat hayatı boyunca yazdığı dergiler arasında, Ülkü Pınarı, Divan, Yeni Divan, Doğuş, Kanat, Kardaş Edebiyatlar ile hâlen Genel Başkan Yardımcısı olduğu Avrasya Yazarlar Birliğinin yayın organı olan Kardeş Kalemler gibi dergiler bulunmaktadır. Şairin adı geçen dergi ve kitapların dışında şiirlerinin pek çoğu başta Türk Edebiyatı ve Türk Yurdu olmak üzere değişik dergilerde yayınlanmıştır. (Tatcı, 2008;142)

      Şiiri ve Sanat Anlayışı

      Akbaş, bu coğrafyanın çocuğu olduğunun bilinci ile hep bu coğrafyanın, mensubu olduğu milletin ve ait olduğu medeniyet anlayışının şiirini terennüm etti. Onun şiirlerindeki devasa anlatımın mayasını oluşturan sadelik beslendiği zamanla alakalıdır. Yani o bugünün şiirini yazmıştır. Bugünün sesi ile yarına seslenmiştir. Yine onun şiirindeki bu sağlam yapı ise köklerinin güçlü bir şiir geleneğine bağlı olmasından kaynaklanır. Onun şiiri günümüz şairlerinin yaptığı gibi ne sera şiiridir, ne de saksı şiiri… Onun şiiri doğaldır ve bulunduğu coğrafyanın, teneffüs ettiği havanın, yaşadığı iklimin soğuğu, sıcağı, karı, kışı, yağmuru, dolusuna dayanıklıdır. Bu yüzden de solup gidecek, sönüp gidecek bir zayıflıkta değildir. Yine bu özelliği ile kendi insanının kalbinde karşılık bulur, o yüzden de okunduğunda sevilir. Onu suni gündemlerin belirlediği, birbirini yok etmeye memur felsefi telakkilerin sınırlarını çizdiği edebî akımların hiçbirine hapsedemezsiniz. Onun düşünce planında mensubu olduğu İslam Medeniyeti tefekkürünün pörsümez ve eskimez izleri daha belirgindir. Hatta Yıldıray Bulut’a göre o, Türk – İslam sentezinin önemine inanan ve Yesevi’nin ulvi havasından nasiplenmiş olan önemli şairimizdir. (Bulut, 2016: 58)

      Şiirlerinde bu kültürün estetik anlayışı hâkimdir ve geleneğin ana damarları üzerinde bugünün şiirini yarınlara söylemek derdinde bir şair olarak kendini ayrıcalıklı bir yere koyar. O yerli ve millîdir ama yerellikle sınırlandırılmış bir kadüklükten de muaf ve müstağnidir. Bu rahatlık ona şiir tekniği olarak da her türlü imkânı kullanmasına vesile olmuştur. Onu kimi zaman güçlü bir hececi, kimi zaman modern bir serbestçi, kimi zamanda gelenekçi bir aruzcu olarak okumak mümkündür.

      Akbaş kendi sanat anlayışı hakkında da şunları söyler:

      “Bir tabloyu değerli kılan orada kullanılan malzeme ve konu edinilen manzara değil, o konuya giydirilen kompozisyondur. Sanat, reel tabiat değil, sanatçının prizmasından geçmiş tabiattır. Picasso da, amatör bir ressam da aynı boyayı ve aynı tuvali kullanarak aynı manzarayı resmederler ama ortaya başka tablolar çıkar.” Ona göre “herkesin konuştuğu klasik dil, kullanmasını bilenler elinde sonsuz varyasyonlarla dolu ve bin bir oyuna müsaittir. Yerli yersiz dili eğip bükmek güçsüz sanatçıların işidir, göz boyayıcılıktır. İyi mobilya yapamayan usta hep âletlerine takar kafayı… “Vay, çekicim Çekoslovak, testerem Alman” diye.”

      Okumaktan bıkmadığı başucu kitapları arasında, Kur’ân-ı Kerim, Dede Korkut Hikâyeleri, Yunus Emre Divânı, Mevlânâ ve Karacaoğlan’ın şiirleri, klasikler, Ahmet Haşim’in nesirleri, Montaigne, Sait Faik, Bahattin Özkişi ve Cemil Meriç’in eserlerinin olduğunu da ekler. Yine bir diğer mülakatta ise “Kerem ile Aslı’yı, Karacaoğlan’ın şiirlerini okudum köyde döven sürerken. Ondan sonra ortaokul başladı. Ortaokulda Feridun Fazıl Tülbentçi’nin, Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun kahramanlık romanları… Cantürk diye bir seri vardı, onlardan çocuk hikâyeleri okurdum.” (Oruç ve Günaha, 2019) diyerek bu isimlere başkalarını da ekler.

      Ali Akbaş’ın şiir evreninde, insanın özü ve öze dönme isteği, evrensel değerler, modernleşen dünya karşısında kişinin yalnızlığı, doğaya kaçış ve doğanın mükemmelliği, köy hayatının güzelliği, köye duyulan özlem, Anadolu topraklarının güzelliği, Türk birliği, tarih ve gelenek içerisinde Türkler, dünyadaki Türklük ve Türk kültürü, millî ve manevi değerler tema olarak işlenmiştir. (Çelik, 2018: 1)

      Ali Akbaş’ın şiirlerinde Türklük ve İslâmiyet bir sentez halindedir. Burada din daha çok kültürel boyutuyla, Türklüğü niteleyen, zenginleştiren ve derinleştiren yönüyle dile getirilir. Mutlu ve yaşanabilir bir dünya için dünya kardeşliğine giden yolda özellikle bu iki değer önemlidir. (Çelik, 2018: 6)

      Şairin sanatçı kimliğinde, çocuk şiirlerinden ve çocuk duyarlığından Türklük bilgisi ve kültürüne uzanan bir süreç ve gelişim çizgisi bulunmaktadır. (Çelik, 2018: 3) Bu yüzden onun şiirlerinde kimi zaman hikemi bir tavırla karşılaşırsınız