Анонимный автор

Ali Akbaş Armağanı


Скачать книгу

O aslında çocuğa seslenirken büyüklere de mesajını aktarmış, bundan dolayı da yetişkinlerin de severek okuduğu bir şair olmuştur. O bu durumu 1996 yılında ikinci baskısı yapılan Kuş Sofrası isimli kitabına yazdığı önsöz de şu şekilde dile getirmiştir:

      “Aslında ben bu şiirleri yazarken kimlerin okuyacağını hiç düşünmedim bile. Elimden geldiğince güzel yazmaya çalıştım o kadar. Çocuklar için yazılmış bir eseri büyükler de severek okuyamıyorsa o eser kötü bir eserdir. Unutmayalım ki, çocuklarını aldatanlar, aslında kendileri aldanırlar. Bugün Dede Korkut Hikâyeleri, Don Kişot, Küçük Prens, Kelile ve Dinme, Bin Bir Gece Masalları güzel eserler oldukları için hem çocuklar hem de büyükler okuyabiliyor.”

      Akbaş, şairliği dışında resme de ilgi duyan bir sanatçıdır. Resim sanatı gözleme dayalıdır ve tabiattan beslenir. Onun bu yönü şiirine de yansımış ve ustaca pastoral bir söylem ile zuhur etmiştir. Bu pastoral söylem tabiatın birebir yansıması ile değil, yine kadim geleneğin hikemi söyleyişi ile meczedilmiş yeni bir mahiyete bürünmüş şekliyle tezahür etmiştir. Örneğin “Güvercin hû çeken derviş /Yüce ayvalarda/ Semada bir mevlevî” derken bu gözlem ile içindeki inancı buluşturup onu farklı bir söylem ile okuyucuya sunar.

      Onun şiirlerinde romantizmin izleri derinden hissedilir. Güçlü bir tabiat duygusu, tarihe ve halk kültürüne yakınlık, duygusal anlatı olarak algılanabilecek unsurlar ile romantizm, şiirlerin atmosferini oluşturur. (Çelik, 208: 4) Ancak Ali Akbaş’ın şiirini tam olarak bir romantizm içine de sığdıramayız. Onun romantizmi edilgen bir nostaljik halden ziyade kayıp bir medeniyete duyulan özlem ile doludur. Evet, o duygulu bir şairdir ama yeri geldiğinde de muhaliftir, zulme boyun eğmeyen bir aksiyonerdir. 28 Şubat’ın en ayazlı günlerinde korkusuzca şunları haykırabilmiştir.

      “Yemenidir yaşmaktır

      Bayraktır başörtüsü

      Şimdi öz vatanında

      Tutsaktır başörtüsü”

      Benzer biçimde, şehir hayatından kaçış, doğa ve kır hayatına sığınma düşüncesi de romantik bir duyarlıkla açıklanabilir. Görünüşte köyden uzakta kalan bir kişinin doğduğu yerlere duyduğu özlem, şiirin derinliklerinde güçlü bir tabiat duygusu ile bir arada verilir. Bir anda masallara konu olan çoban, onun sürüsü ve köpeği, şiirlerin kişileri olur. Yaylasının göğü, yurt toprağı, yalçın kayaları, denizi, ormanı özellikle anılır. Pastoral bir atmosfer şiir dünyasına girer. (Çelik, 2008: 4)

      Bu bağlamda Ali Akbaş, daha önce kitaplaştırdığı ve dergi okurlarıyla paylaştığı şiirlerinin büyük bir bölümünü 2011 yılında Eylüle Beste, Turna Göçü ve Erenler Dîvânında isimleriyle üç ayrı kitapta toplamıştır. Bu tasnifte şiirlerin edalarının nazara alındığı, kitap isimlerinin de içeriklerle tenasüplü olduğu görülmektedir. Eylüle Beste lirik bir duyarlılıkla örülen, Turna Göçü daha ziyade halk şiiri geleneğine yaslanan, Erenler Dîvânında ise epik duruşun hissedildiği şiirlerden müteşekkildir. Akbaş’ın şiirini, küçükken köy odalarında, tandır başlarında dinlediği türküler, maniler ve masallar; insanda bir “O Belde” hissi çağrıştıran, sini içi gibi mor dağlarla çevrili Elbistan coğrafyası ve mensup olunan milletin değerleriyle harmanlanmış şahsi duyuş ve düşünüşler beslemiştir. (Yanardağ & Durmuş, 2018: 96)

      Ali Akbaş şiiri, genellikle iyimser bir bakış açısına sahiptir. Bunun tek istisnası şehir olarak karşımıza çıkar. Şehir kötülüklerin, sıkıntıların, mutsuzlukların beşiği olarak anlatılır. Şair, şehir tasvirlerinde şöyle etrafına bir baktığında dikkate değer hiçbir güzellik bulamaz. Apartmanlar, ur gibi büyüyen şehir, trafik, lağımlar, kirli göletler, sarkan elektrik kabloları ile tasvir edilen şehir, insanı mutsuz eden, onu boğan, ona yaşama alanı bırakmayan bir yerdir. O nedenle dünya üzerinde yaşanan kötülükler, savaşın acılığı, bu şehir sahneleri ile birlikte dile getirilir. (Çelik, 2018: 5)

      Bu bölümde son bir anekdot olarak onun bazı şiirlerinde Dede Korkut’a olan hayranlığından dolayı Korkut Akbaş imzasını kullandığını da belirtelim.

      Hicran Coğrafyasının Şiiri

      Onun şiiri ülke sınırları içine sığmayacak bir soluğa ve nefese sahiptir. O tüm ümmet ve millet coğrafyasını kuşatır. Coğrafyanın vatana nasıl dönüştüğü bilincindedir. Ahmet Kabaklı ’ya göre Ali Akbaş’ın bütün şiirleri için dikkat edilecek nokta, millî duygu ve isteklerin yüksek sesle, iddia ve heyecanla verilmeyip, daha ziyade mecazlar aralığından ve sır verir gibi yumuşak söylenmesidir.

      Örneğin Aral Gölünün kuruması üzerine:

      “Rüyamda gördüm Aral’ı

      Aral derinden yaralı

      Mağcan gibi Çolpan gibi

      Onun da bahtı karalı

      Karada kalan kayıklar

      Eski günleri sayıklar

      İnci mercan saçan Aral

      Nerede o şakayıklar.

      …

      Göl değil kımızdı Aral

      Bir iffetli kızdı Aral

      Kalınca küffar elinde

      Yer altına sızdı Aral.”

      Diyerek elimizden çıkan coğrafyanın, esir oluşunu, Rusların Aral’ı besleyen Amu ve Siri nehirleri üzerine pamuk tarlalarını sulamak için kurdukları barajlar nedeniyle kurumaya terkedilmesini bu mısralarla bugünün gençliğine aktarır ve onlarda bir vatan şuuru oluşturmaya çalışır.

      Tarihini, kültürünü, asırlardır süren bir mücadele ve emeğin sonucu oluşan birikimi unutmaz Ali Akbaş. Bakır döven ustalar, bedesten esnafları kanlı-canlı yaşarlar bu şiirlerde. Bu şiirler aynı zamanda yetimlerin yüzüne konan bir tebessüm, öksüzlerin saçlarını okşayan bir el olur. Uçsuz bucaksız bir coğrafyanın haykıran seslerindendir Ali Akbaş. (Ertürk, 2016)

      Sirkeci’den Giden Neydi?

      Yazımızın giriş kısmında bir nebze bahsettiğimiz ‘Göç’ şiirinde ülkemizden 60’lı-70’li yıllarda Avrupa’ya işçi olarak giden insanımızın çilesini mısralara döken şair aslında bir nevi göçün şiirini yazmıştır. O günkü şartlarda Sirkeci Garı’ndan kalkan trenlerin sadece insanımızı değil tüm değerlerimizi de oralara götürdüğünü en acı şekilde dile getirir ‘Göç’ şiirinde. Ona göre gidenler arasında töremiz vardı, yaldızlı Kur’an’ımız vardı, gözyaşımız, derdimizdir. Biz trene binip böyle avrat, çoluk çocuk Tuna’dan geçerken biz Tuna’dan utanırız Tuna bizden…

      Bu seferki gidiş savaş gibi zorunluluk ve hayatiyet taşımaz; şehitlik gibi mukaddes bir keyfiyete değil, sadece “ekmeğe”dir. İşte böyleydi Sirkeci’den giden tren. Binenin verem olduğu, geride çocukların yetim, gelinlerin dul kaldığı bu tren aslında Avrupa’ya karşı yenilgimizin beratını da götürüyordu. Artık ezan sesine hasret kalacaklar için başlarında uyan uyan diye bağıran çanlar çalacaktı.

      Ali Akbaş’ın “Göç” şiirinde “Varım yoğum törem gider” şeklinde terennüm ettiği şiir dizesi farkında olmadığımız bir neslin bizden koparılışının acı bir feryadıdır. Yabancı bir beldede, yabancı bir kültürle karşılaşacak olan yurdumun garip insanlarının o vahşi medeniyete karşı kendini savunacak bir alt yapısı, fikrî birikimi yoktu. Tıpkı cephenin en ateşli yerine silahsız gönderilen ve ölüme terk