Arslan Koyçiyev

Bedel Geçidindeki Lanet


Скачать книгу

rslan Koyçiyev

      Bedel Geçidi’ndeki Lanet

      I

      7 Kasım 1938. Rusların gizli polis teşkilatı NKVD’nin karanlık baskınında, tek kişinin zorla sığdığı bir hücreye atıldı. Sık demir parmaklıklarla örülmüş olan küçücük pencereden çok zayıf bir ışık huzmesi giriyordu. Güneşin doğuşundan ve batışından haberdar olmak ancak mümkündü.

      Hakkında kurşuna dizilme hükmü verilen, köylü komünist Mukay Kambarov, bu pencereye bakarak akşam olduğunu tahmin etti. “Bu gece biterse, 8 Kasım olacak.” diye düşündü. Mukay Kambarov, hapishanede acı içinde geçen her gününü yanılmadan sayıyordu. Bu defa çok az zaman kalmış gibi hissediyordu, ancak daha ne kadar burada yatacağını bilmiyordu.

      “Artık karar alınmıştı, hemen bugün çıkarıp vuracaklar mı ya da biraz daha bekleyecekler mi? Karar değiştirilip ölüm cezası yerine farklı bir ceza verilebilir mi?” diye kendi kendine konuştu. Eskiden Kırgız halkının millî isyanı, Ürkün zamanında cezalandırıcı müfreze tarafından yakalandığında idam cezası alacakken kurtulmuştu, şimdi o zamanı hatırlıyordu. “Belki, halk arasında üngkü denilen NKVD’nin de acıma duygusu vardır.” diye umutlanıyordu.

      Ürkün’ü düşünüp, Üngkü dendiğinde herkesin korkudan titrediğini ve bu zamanda yaşadıklarını hatırlayınca ne kadar çaresiz olduğunu fark etti. Tekrar pencereye baktı. Gözünü almadan uzun süre istekle bakarsa cezası gerçekleşmeyecek, bir sihirle pencerenin demir parmakları kırılarak “Çat” diye açılacakmış gibi hissediyordu. Boş umutlar kahrolsun! “Tanrım sen koru, buradan kurtar beni” diye yalvarıyordu.

      Yandaki odalarda Üngkü’nün işkencesini çekenlerin, yürek acıtan haykırışları, sorgu memurunun Rusça ve Kırgızca küfür ederek bağırıp çağırması duyuluyordu. Bir gürültü yükseliyor, onunla beraber sorgulanmakta olan zavallının iç acıtan çığlığı yankılanıyordu. Yüreği ağzına gelen Mukay Kambarov kendisi de yarı canıyla, bitap bir halde “Kim acaba? Neyin sorgusu için bu kadar ezdiler?” diye kader arkadaşı olan zavallıya üzülüyordu.

      Mukay Kambarov üzeri sazlarla örtülen basık Rus damlarının arasında yer alan NKVD’nin bu karakolunda, kendisi gibi sorgulamada olanları gözünün önüne getirdi. Çoğunun yüzü tanıdık geliyordu. “Cumhuriyet” diye adlandırıyoruz, “Kızıl Kırgız Cumhuriyeti” de diyorlar, bunların “halk komiseri”, “komiser”, “başkan” olarak çalışan önceki yetkilileri görevlerine devam ediyor mu? diye düşünüp, tam olarak kestiremiyor ve şaşırıyordu. Koğuşturmacının önünde bir ikisiyle yüz yüze de gelmişti. Abdırakmanov’a “Ay ışığının altındaki İngiltere’nin casusu mu oldun?” diye sorarken, sanki bir faaliyetini yakalamış gibi söyledi. Bu Abdırakmanov’un kendisiydi galiba. Bunların hangisi casus, hangisi değil ayırt edemez oldu.

      Deri eldiven giymiş, sarıya çalan yüzüyle, çatık kaşları, acımasızca ve keskin bakan gözleriyle, cellât suretli koğuşturmacının karşısına ayaklarını sürüye sürüye gelip, elleri arkasından bağlanmış Abdırakmanov’la yüz yüze gelmiş, sorgunun acısını bir iki saat boyunca beraber çekmişlerdi. Koğuşturmacı cezalandırma sırasında NKVD’nin eline geçen kalın kalın defterleri ikisinin gözüne sokarak, “İngiltere’nin casusu olduğunuzun delili işte bu!” diye bağırdı. Ondan sonra sesini alçaltarak: “‘Ürkün şiirlerini’ ne maksatla yazdınız?” “Sovyet hükümetine karşı propaganda yürütmenizi kim destekledi?” diye sordu. Bu sorusuna yeterli bir cevap alamayınca sinirlenerek defterle Mukay Kambarov’un yüzüne vurmuştu.

      –“Aalı ile Sulayman’ın Kahramanlığı”nı örnek olarak gösterip, “Onlara halk kahramanları demişsiniz! Ezici tabakaya karşı halkı yöneten gerçek halk kahramanlarını, devrim kahramanlarını görmezlikten gelip eski nesilleri tanıtmanızı nasıl anlayabiliriz?”

      –Halk ağzından derlediklerim, 1920 senesinden beri araştırdım, on beş yıldan fazla ömrümü buna harcadım, dedi Mukay Kambarov.

      Ancak bu cevabıyla koğuşturmacıyı ikna edemiyordu.

      –Aalı ile Sulayman kim? İsimleri din adamlarınınki gibi geliyor, hangi tabakanın üyeleri? Zenginköy ağalarından mı?

      –Onları tanıyorsam Allah belamı versin, ezelden beri onları görmedim.

      Koğuşturmacı, mavi defterin birisini alıp sallayarak Mu-kay Kambarov’un gözünün önüne koyar:

      “Narboto’nun Hıçkırması”, “Tokmok Gazası”, “Karagız Ana’nın…” (Koğusturmacı “Ananın” kelimesinden sonraki sözü söyleyemeden geçiyordu.) Bu şiirleriniz neyi anlatıyor? Kimin yazdırdığı masallar bunlar? Kendin mi yazdın yoksa düşmanın talebiyle mi yazdın?

      Mavi defterin kapağındaki kendi eliyle güzelce yazılmış olan başlıkları, yarısı açılan sayfalarındaki satırsatır şiirleri tanıyan Mukay Kambarov:

      –Yoldaş koğuşturmacı! Bunlar bir tarih değil mi? Unutulmasın diye kendi gözlerimle gördüklerimi, kendi kulağımla duyduklarımı kâğıda yazdım, diye kısık bir sesle söyledi.

      Sinirlenen koğuşturmacının gözlerinden sanki ateş çıkıyordu:

      –Çar’ı devirme sırasındaki Bolşevikler’in yerini, tarihdeki işçi tabakasının yerini yanlış anlatıp gelenekçi, milliyetçi bakış açısıyla propaganda yaparak İngiltere’nin bozucu siyasetine hizmet edenleri kimler yönetiyor? Söyle!

      –Nesi gelenekçi, nesi milliyetçilik? Daha dün hepimizin yaşadığı olay değil mi bu? diyen Mukay Kambarov koğuşturmacının sorusunu anlayamıyordu. Belki çare olur düşüncesiyle:

      –Yoldaş koğuşturmacı ben parti üyesiyim! dedi.

      –Karagız’ın bedduası kabul oldu diye söylediğiniz bir saçmalık var! Komünist partinin üyelik kartı arkasına saklanarak, büyük Rus halkını kötü gösteren, Ruslarla dalga geçen kitap yayınlamak istediniz! Ruslara karşı böyle bir edebiyatı yaymak istediniz! Doğru mu? diye koğuşturmacı onu korkutuyordu.

      Sorgu işte böyle konuşmalarla geçmişti. O şimdi, Abdırakmanov’un nasıl cevap verdiğini tam olarak hatırlamıyordu.

      Koğuşturmacı ikisini de döverek kendi istediğini söyletene kadar, elleri kırılana kadar çevirip, kafalarını var gücüyle kovadaki suya sokup ikisini de sırasıyla boğarak “Evet, evet suçu kabul ediyorum!” dedirtiyordu. “Çarlığın Lenin’e devredildiği ve Bolşeviklerin devrettiği tarihî olayı değiştirdiğiniz, insanları Ekim Devrimi’ne karşı kışkırttığınız ve büyük Rus halkına hakaret ettiğiniz gerçek mi?” diye tekrar tekrar sorup “Evet! Gerçek!” diye avaz avaz bağırtarak tekrar ettirip, suçu kabul ettiklerine kanıt olarak imza attırmış, sonra tek kişilik soğuk hücreye hapsetmişti. Aylarca süren bu azap ilk başta Ürkün şiirlerinden dolayı başlamıştı. Hangi günahı için böyle bir alın yazısı olduğunu anlayamayan Mukay Kambarov’un kafası karışıktı, en sonunda da casusluk suçunun ne için atfedildiğini anlayamamıştı.

      “Atalarımın bile duymadığı hangi İngiltere? İngiltere nerede ki? Bedel nerede? O günlerden bu zamana kadar yirmi iki sene geçmiş” dedi Mukay Kambarov. “Bırak İngiltere’yi, Bedel’deki olayı anlatayım yazayım” diyordu. “O zamandaki gördüklerimi söylemeden, vicdan azabı çektiren bu olayı yazmadan nasıl ölürüm ben!” diye konuştuğunu hatırladı.

      Karagız Ana “Büyük konuşma oğlum.” derdi, yoksa büyük mü konuşmuştu? Kırgızlar “Bedduan kendi başını yesin” derlerdi, çok eskiden beri duyulan bu bedduayla mı kandırıldı? Zalim dünya! Mukay Kambarov derin bir iç çekti. Eski zamanlardaki yirmi senelik olaylar gözleri önünde canlandı.

      II

      Gece toplanarak yola çıkıp ata binen insanlar ay ışığıyla bir tepeyi geçerek, şafak ağarmak üzereyken sınırdaki büyük dağa doğru çıkmaya başladılar. Şafak ağarana kadar bu tepeyi geçip yabancılara görünmeden öbür yamaca ulaşmak için atlarını hızlıca sürüyorlardı.

      Onlar, Çin topraklarındaki Kalmukların yılkı sürüsüne saldırarak ele geçirmeye giden Kudayan Kırgızlarıydı. Kalmukların yılkı sürüsünü getirmek için komşu Kazak veya diğer Kırgız boylarının atlarına dokunulmazdı. Kalmuk’a saldırmak Rus sömürgeciyi göz ardı edip, sınırını bozarak, Çin’e geçmek demektir. Sömürgecinin ezici zulmü dayanılmaz hale geldiğinden, Kırgızların dik başlılığı