ben yaya olarak gideceğim! dedi Satıkul sinirlenerek. Paltomu verin!
–Gerçekten izin veriyor musunuz? diye sordum. Gönderirseniz iyi olur. Hiç olmazsa hasret giderir, dedim.
–Başka ne yapabilirim ki? O böyle yaptıktan sonra…
Ben Satıkul’a el salladım:
–Satış, haydi gel, çabuk giyin gidiyoruz!
Ancak Satıkul gelmek bir yana, iyice uzaklaştı.
–Gel-mi-yo-rum! diye bağırdı.
Çaresiz kalan Seyde Teyze onun paltosunu, kalpağını ve çoktan beri giyilmediği için iyice buruşup sertleşen kösele tabanlı ayakkabısını benim koltuğumun altına soktu. Kendisi zaten hızlı konuşan biriydi, çarçabuk ağlaya sızlaya tek evladını bana emanet etti.
–Kurban olayım, dedi bana. Köyüne ulaştır. Akrabalarıyla görüşsün, onları görsün de özlem gidersin. Kurban olayım oğlum, yakınlarımıza özellikle tembihle. Çocuğun karnı aç kalmasın, sıcak çarpmasın! Sonra… Kurban olayım Tilegen, sen bu tarafa gelirken de beraberinde getir olur mu? Satış yavrum! Öyle yap oldu mu, ağabeyinle tekrar gel! Satış!
Atım gölgede dinlendiğinden daha dinçleşmişti. Ayaklarından tıkır tıkır ses çıkararak yürürken yelesi de hafifçe dalgalanıyor ve sarsmadan ilerliyordu. Arada kamçımı şöyle bir sallamanın dışında, atımı kendi haline bırakmıştım. Yerden biraz ot yolup torbanın içine doldurdum, eyer örtümün bir ucunu onun üzerine örtüp Satıkul’u arkama oturtmuştum. O, eyerin arka ucunu iki eliyle sağlam bir şekilde tutmuştu. Sesi de çıkmıyordu. Karasu köprüsüne ulaştık. “Acaba uyuklamaya mı başladı bu çocuk?” diye düşündüm. Eğer uyukladıysa, atım beklenmedik bir şekilde ürkecek olsa ya da ayağı takılıp tökezlerse çocuğun düşmesi mümkündü. Arkama dönüp seslendim:
“Uyuyor musun Satış?” dedim.
–Hayır, uyumuyorum Tilegen Abi! diye iri gözleri ile bana bakıyordu.
Yakışıklı, esmer tenli, iri, sürmeli gözlü, iyi niyetli, temiz bakışı ile daha ilk bakışta tanıdık birine babasını hatırlatırdı. Annesine sadece yüzünün genişliği benziyordu. Mamırbay Ağabey, aynen böyle gözleri sürmeli, zayıf esmer biriydi. Arkadaşları ona Kara Mamırbay derlerdi. Yengeleriyse “Şiş kara Ağabey” diyerek çağırırlardı.
Asma köprüden geçtikten sonra sola döndük ve gittikçe dikleşen akarsu yatağı boyunca yol aldık. Karasu çağlayarak gürül gürül akıyordu. İki tarafı irili ufaklı ağaçların oluşturduğu ormanla kaplıydı. Akarken oluşturduğu çukurdaki gürültü, dar vadinin iki yakasında yankılandıkça iki ses birbirine karışıyor ve ortalığı bir uğultu kaplıyordu. Etraf serindi, çünkü yol boyu hep gölgelik ve suyun buharlaşmasıyla oluşan sis kaplıydı.
Bulun Sırtı’na ulaşınca küçük yoldaşımla birlikte attan indik. Güneş ikindi vaktine doğru kaymış, yamaçların aşağı kısımlarında alaca bulaca gölgeler oluşmaya başlamıştı. Etraftaki gür otlardan biraz yesin diye, gemini çıkarıp eyerini çözüp atı bıraktık. Satıkul atın kaçma ihtimaline karşı yularının ucundan tuttu.
Bulun Sırtı, dağ olarak kabul edilmemesine rağmen epeyce yüksek bir geçide sahipti. Etrafta yer yer küçük tümsekler oluşturan bodur çalılar vardı. Başka yerlere göre daha geniş ve açık bir yerdi. Buradan Üçkurt, Malkaldı, Akcol vadileri tamamıyla avuç içi gibi görünürdü.
–Aaa! Akcol…. Baksana Tilegen Ağabey, Akcol! Satıkul büyük bir sevinçle ben burayı ilk defa görüyormuşum gibi eliyle işaret ederek kendinden geçercesine konuşmaya devam etti. İşte, aaa bizim ev!.. Minbay Amcanın evi… Nurkulların evi… Aaa… Hâlâ yerinde duruyor. Nurkulla ikimiz, işte şurada oynar, mısır koçanlarını pişirir ve ham yetik demeden meyve yerdik!
–Nurkul şimdi de oradadır, dedim. Ancak darı daha koçan bağlamamıştır, meyveler de hamdır.
–Biliyorum, dedi Satıkul. Biz Nurkul ile birlikte yazın nehre olta atardık! Yaa, işte o oltaların birine takılan balığı görseydin Tilegen Ağabey, ne kadar da büyüktü. Sonra öğle üzeri nehirde biz balık gibi yüzer oynardık… Ahh ne güzel günlerdi!
Sıra sıra ağaçlar, kenarında söğüt ve kavaklarla uzun yeşil kamışların dizildiği arklar, gelişigüzel bölünmüş ekili bahçeler, dört bir tarafa uzayıp giden eğri büğrü yollar, çatıları kamışlarla örtülmüş beyaz badanalı evler… Yüreği özlemle dolu olan çocuğun gözüne öz annesinin şefkat dolu bakışları gibi sıcak ve kutsal görünüyordu.
Satıkul’un yüzü ne kadar da neşelendi; sadece sağanak halinde yağan yağmur sonrası beyaz bulutların arkasından çıkıp etrafa ışık saçan yaz güneşi, o bakışlara denk gelirdi. İri gözleri iyice açılıp kirpikleri kıpır kıpır etrafa mutluluk saçtı. Boynunu uzatarak ileriye doğru, Akcol tarafından gözünü alamadan bakarken içten içe seviniyordu. Kader, ona şimdi iki kanat verecek olsa, doğduğu yerin üzerinde yüz defa, bin defa kanat açıp uçmaya hazırdı. Öyle yapsa bile neşesi tam yerine gelmeyecek, hasreti bitmeyecek gibiydi!
Onun bu halini hissedip benim içime bir hüzün doldu.
–Eee, söyle bakalım Satış, köyünü çok mu özledin? diye sordum. Çocuk hâla gözlerini Akcol tarafından ayırmadan yavaşça başını salladı.
–Hı hı…
–Eee Satış, evde hayatın nasıl?
–Hıı… Güzel ama ben ne zaman anneme Akcolumuza gidelim desem o hiç oralı olmuyordu… Güzün gideriz diyor. Sonra kendi işine dalıyor. İşte o zamanlar gizli gizli ağlardım… İşte o zamanlar… Tilegen Ağabey… O zaman ben türkü söylerdim. Sana da söyleyeyim mi?
–Hadi, söyle bakalım.
Tepeye çıktım yalnızım
Keşke olsaydı bir atım
Biner, köye giderdim
Hep vatandadır gözüm
Geçite çıktım yalnızım
Keşke olsaydı bir siyah atım
Siyah ata binerdim
Halkıma doğru giderdim
Kalbim ezildi. Ağlamamak için kendimi zor tuttum ve çocuğu birden kendime çekerek alnından birkaç defa öptüm. Yaşı küçük olsa da kurnazlıkta, yalan dolanda bezi tarağı olmayan bu çocuk, akrabalarını, akranlarını arzuluyor, göbeğinin gömüldüğü yeri, adımını ilk attığı toprakları delicesine özlüyordu! Böylesi yavruların, olgunluk çağına geldiklerinde, avuç içi kadar bir köye değil Kırgızların tamamına faydalı, memleketinin işine yarayan birer koç yiğit olmaları neden zor olsun? Böylesi gençlerimizin, yalan dünyanın işlerine dalıp orada burada gezmek yerine, damarı toprağın bağrına gömülen bir ağaç gibi kendi toprağında dallanıp budaklanıp kendi memleketinde kök salıp kendi halkına faydalı, kutlu işler yapan birer adam olacakları ay gibi aşikâr!
Az sonra bu düşüncelerle siyah atımızı yavaş yavaş sürerek sokaklarından anne şefkati dökülen, sadece insanları değil, otları, ağaçları, nehirin kenarındaki iri taşları bile gönülde saygı uyandıran, kamışların tepesini sağa sola oynatan, hafif rüzgârı derdimize şifa gibi gelen, bacalarındaki dumanı rızk ve bereket kokan, doğduğumuz yere; memleketimiz Akcol’a ulaştık.
YETİM
“Babam ölse de, babamı görenler ölmesin.”
Evde