Sultan Raev

Tımarhane


Скачать книгу

p>Sultan Raev

      Tımarhane

      Akşamüzeri tımarhaneden kaçan yedi kişi ertesi gün öğlene doğru ıssız bir çöle vardı. Tam yedi kişiydiler. Kılavuzları İmparatordu, diğer altı kişiden en yaşlı olanı ise gözlük takan eski bir oyuncuydu. Onun gerçek ismini kimse bilmiyordu. Fakat diğerleri ona Lir diye hitap ediyordu. Yaşı epeyce ilerlemişti. Kır saçlarını ensesine kadar uzatmıştı. Sinirlenip çıldıracak gibi olduğu zamanlarda o bildik uzun monoloğuna başlar onun da sonunu getirmez, acı hatıralarına dalar, malını mülkünü çalıp götüren kızlarına ve hayırsız damatlarına ağız dolusu küfürler yağdırır, bağırıp çağırırdı. Onu tanıyanlar Lir’in çapkın birisi olduğunu, onun hayatına giren kadınların ve bu kadınlardan olan çocukların sayısının belirsiz olduğunu söyleyip dururlardı. Lir’in tanıdıklarından birisi ona zina ettiği için cehenneme girebileceğini söyleyince Lir bu lakırdıyı edenle hem dalga geçer hem de “Hani, nerede sizin cehennem, oraya gidecek olsaydım çoktan giderdim.” diyerek onu paylardı. Ayrıca Lir’in kutsal kitapta kıyametin anlatıldığı sayfaları yırtarak ayaklarıyla çiğnediği de söylenirdi. Tanrı’yı tanımaz, kuldan utanmaz, aklını yitirmiş bu yaşlı adam da diğer altısıyla birlikte yola çıkmıştı.

      Bu yedi kişinin arasında en genci Kozuçak idi. Henüz yüzündeki ergenlik sivilceleri kaybolmamış zayıf bir çocuktu. İsminin ne zaman ve kim tarafından konduğunu kendisi dâhil kimse bilmezdi. Biri “Kozuçak!” diye seslendiği zaman “Benim!” der gibi bakardı ona. Aralarında iki de kadın vardı. Birisi yaşı elliyi çoktan geçmiş, saçları beyazlamaya başlamış olsa bile daha gücünü yitirmemiş olan Tais Afinskaya idi. Yağlı saçlarını en son ne zaman taramış olduğunu kimse hatırlayamazdı. Onun da gerçek adını kimse bilmezdi. Kadının hastanedeki dosyasında mesleği filozof olarak geçiyordu, ayrıca kadının birkaç yabancı dil bildiği de yazıyordu bu kâğıtta. Teşhisi “Şizofreni. Duygulanım bozukluğu.” olarak geçmekteydi. İsmi Kleopatra olan ikinci kadın ise daha genç, daha çekici, uzun boylu, güzel burunlu ve beyaz tenliydi. Yirmili yaşların ortasındaydı ve grubun en az konuşanı o idi. Kleopatra ismini ona başhekimin verdiği söylenir ve Kleopatra gerçek adını kimseye söylemek istemezdi. (Son günlerde gerçek adını kendisi de unutmaya başlamıştı). Bir zamanlar bir paşanın veya önemli bir bürokratın oğlu bu kıza âşık olmuş, paşanın karısı ilişkilerini öğrenir öğrenmez kızdan kurtulmanın çaresini aramış ve son çare olarak kızı tımarhaneye kapattırmıştı. Kadın oğlunu komşu ülkeden bir paşanın kızıyla evlendirecekti. Bu olayın iç yüzünü tam olarak kimse bilmiyordu.

      Kleopatra’nın bu gruba katılması herkesi şaşkına çevirmişti. Kozuçak ona şafakta gizlice uzun bir yola çıkacaklarını söylediğinde “Bir yolu varsa beni de yanınıza alır mısınız?” demiş, Kozuçak da öbür yol arkadaşlarına söylemeden Kleopatra’yı yanına almıştı. Hiç olmazsa aralarında eli yüzü düzgün birisinin olması hoşuna gidiyordu. Zaten kıza gönlünü kaptırmıştı. Kleopatra’yı tımarhaneye getirdikleri gün onu ilk fark eden Kozuçak olmuştu. Görür görmez kızdan hoşlanmıştı. Kozuçak, kızın ambulanstan (sarı araba) indirilirken hıçkıra hıçkıra ağladığını, “Ben burada kalmam.” diye yerleri tekmelediğini, her şeyi savurup tımarhane çalışanlarının önlüklerini yırttığı o günü dün gibi hatırlıyordu.

      Kozuçak tımarhaneden kaçmayı çok önceden planlamıştı. Ama tımarhaneye bir rüzgârın savurup getirdiği bu güzel kızın gelmesiyle planlarını gözden geçirmeye karar vermişti. Her şeyi, çekeceği bütün zorlukları göze almıştı. Onu yanına almasının nedeni de buydu. Tımarhaneden kaçacağını da onu yanında götürmek istediği için ona söylemişti zaten. Kız da kaçmak istediğini söyleyince Kozuçak hemen kıza kaçma teklifinde bulunmuş, diğerlerine ise bundan hiç bahsetmemişti. Artık geriye dönüş yoktu. O kadar çok yol yürümelerine rağmen Kleopatra bir defa bile şikâyet edip zorlandım demedi. Kleopatra’yı bir zamanlar koca bir yılanın soktuğunu, sonrasında da kızın hastalandığını duymuştu Kozuçak. Rahatsızlığı tedavisi olmayan bir hastalıktı. Bu yüzden tımarhaneye kapatıldığı söylenirdi. Fakat gerçekten bir yılan mı soktu yoksa zorla mı iğne bağımlısı yaptılar kimse bilmezdi. Akıl hastalığı teşhisiyle tımarhaneye kapatılmıştı. İki yıldır da ziyaretine kimsenin geldiği yoktu. Sıradan kendi halinde bir ailenin kızıyken her şey bir anda değişmişti. Anne ve babası için de bütün bunlar çözülemeyen kocaman bir muammadan ibaretti. Paşanın oğluna âşık olan kızlarının ne hayatta olduğundan ne de öldüğünden haberleri vardı. Fakat nedense mütemadiyen fötr şapkalı bir adam kızın ziyaretine gelir ve sadece uzaktan onu izlerdi. Fötr şapkalı geldiğinde genellikle kızı başhekimin odasına getirirler ona birisi tarafından sorular sorulurdu. Esrarengiz ziyaretçi ise köşedeki koltuğa oturarak sessizce olan biteni izlerdi. Kleopatra onun kim olduğunu, nereden geldiğini, ne iş yaptığını merak ederdi. Sohbetin sonunda kızdan Japonca bir şiiri ezbere okumasını isterlerdi. Kız alışık olduğu bu soru karşısında duraksamadan şiiri ezberden okumaya başlardı.

      Ne kadar da parlıyor.

      Ne kadar da parlıyor.

      Ne kadar da parlıyor.

      Ne kadar da parlıyor

      Ay…

      Kız şiire nazik sesini, özlemlerini, tertemiz duygularını katarak okurdu. Grubun geride kalan iki üyesine gelince, onların da hikâyesi çok ilginçti. Birinin adı Cengiz Han ikincisinin adı da Büyük İskenderdi. İkisinin de tımarhaneye ne zaman getirildiklerini kimse bilmiyordu. İşin en ilginç tarafı ise bu son üçünün Kleopatra’ya da, Cengiz Han’a da, Büyük İskender’e de konulan teşhisin aynı olmasıydı. Üçü için de düzenlenen dosyalarda doktorların yazdıkları açıklamalar “Yılan soktuktan sonra…” diye başlıyordu.

      Issız bir çölde, sıcakta tımarhaneden kaçan yedi kişi yola koyuldular. Artık onlar deliler ülkesinden uzaktaydı. Yedi kişinin gideceği yer Kutsal Topraklar idi…

      Yedi kişi; İmparator, Cengiz Han, Kozuçak, Büyük İskender, Kleopatra, Lir, Tais Afinskaya…

      Önde İmparator, elindeki değneğe yaslanmış kendi kendine bir şeyler mırıldanarak yürüyordu. Tımarhaneden kaçarak kutsal topraklara gidip Tanrı’ya tövbe etmek, af dilemek ve günahlarından kurtulmak gibi amaçlar bu yedi kişiyi birleştirmişti. Bitmek bilmeyen uzun yolda yürüyorlardı. Arkada bir sürü dağ geçitleri, sular, ıssız tarlalar, yemyeşil vadiler, yaylalar kalmıştı. Değeceğini düşündükleri için bütün zorluklara katlanarak yola devam ediyorlardı. Acıkmalarına rağmen yürüyorlardı. İmparator’un dediğine göre Kutsal Topraklara ulaşan insan bütün günahlarından kurtulur, hayattan zevk alarak yaşardı. Yorgun düşüp de şevkleri kırılır gibi olunca tımarhaneden tamamen kurtulacaklarını hatırlayıp tazelenen büyük bir istekle yola koyuluyorlardı. Bunlar, kaşları çatık İmparator’un, kılıcıyla dünyaya baş eğdiren Cengiz Han, Asya’yı ayaklarına kapandıran Büyük İskender, erkekliğine düşkün Lir, kadının sürtüğü Tais Afinskaya, cazibe timsali Kleopatra isimlerini alalı çok zaman geçtiği için kendi adlarını unutmuşlardı. Gerçek adlarını hatırlayamayıp deliler ülkesinde bırakarak, başhekimin verdiği isimlerle kutsal topraklara gidiyorlardı. Bir tek hâlâ çocuk sayılabilecek olan Kozuçak’ın adının kendine ait olduğu söylenebilirdi.

      Yol gösteren İmparator kutsal topraklara hiçbir zaman gitmemişti ama güneşi takip ediyor, bir şekilde kaybolmadan hepsine göz kulak olmaya çalışıyordu. Uzun yola dayanamayan Kleopatra’ya Kozuçak yardım ediyordu. Elinden tutuyor, gölgesiymiş gibi hep onun yanında yürüyordu.

      Sabaha karşı büyük çöle ulaştılar. İmparator’un kemerine bağladığı şişedeki su güneş daha yükselmeden ısınmıştı. Bunu ağzını çalkalarken hissetti. Bu kumluk, yolun en zor kısmıydı. Uçsuz bucaksız çölden sonra yemyeşil vadiler başlıyordu. Oradan da kutsal topraklara kadar çok az yol kalıyordu. En azından İmparator öyle zannediyordu. Aslında yolun ne kadar uzayacağını, kendilerini ileride nelerin beklediğini kendisi de bilmiyordu. Ötekilerin bundan haberi yoktu. Sıcakta iyice ısınmış kumdan ayakları yanıyordu. Yalın ayak yürümek çok zordu. Ve nihayet kocaman bir kaktüs gölgesi bulup sere serpe uzandılar.

      Tais Afinskaya’nın başına güneş geçmiş gibiydi. Durduk yere sırtındaki çantasını yere atıp vücudunu kapatan eteğini yukarıya kaldırarak bağırmaya başladı:

      – Lânet olsun, biz nereye geldik? Bir taraftan da eteğini savuruyor, kirli ve kırışmış bacaklarının görünmesine aldırmıyordu.