Sultan Raev

Tımarhane


Скачать книгу

“Dünya büyük bir tımarhanedir. Biz de o tımarhanenin hastalarıyız!” Bizi iğnelerle beslerler. Küçük kapsüller içirip küçük ölçülerde elektroşok vererek işkence yaparlar!

      Böyle işte, dedi işaret parmağını yukarıya kaldırarak, – Anladın mı?

      Sonra da inanmam için ceketinin içindeki çizgili gömleğini gösterdi ve konuşmasına devam etti:

      – Eğer birisi bu evrenin sırrını çözerse delirir. Onu deli edenler de evrenin sırrını öğrenmek istemeyenlerdir. Akılsız ve saflar hiçbir zaman deli olamazlar, onlar ancak kandırılmayı bilirler. Çünkü başka bir şeye akılları ne erer ne de yeter.

      Bardağından koca bir yudum aldı. Bana küçümseyerek baktı ve derince bir nefesten sonra konuşmaya devam etti:

      – Her insanın kendine özgü bir kıyameti vardır. Bu ne demek biliyor musun? Birisi giderse onun yerine başka birisi gelir ve bunun sonu yoktur. Hayat dediğin, böyledir. Vücudu ve sesi o kadar uyumsuzdu ki bu ses bu vücutta nasıl var olmuş onu düşünüyordum. Rusça konuşmaya devam etti:

      – Mesela roketin “babası” sayılan Tsiolkovski, o da bir delidir. Tam bir delidir! Ne demiş biliyor musun? İnsan öldükten sonra vücudunun atomları bütün gezegene dağılır sonra da başka bir varlığa yerleşerek ikinci hayatına başlar. Eğer ölen kişi mutlu bir hayat geçirdiyse onun atomları da mutluluk taşır ve yeni varlığın hayatı da mutlu olur. Eğer atomlar mutsuzluk taşırlarsa o zaman tam tersi olur. İşte bu yüzden insanoğlunun görevi bütün dünyadaki mutsuz hayatlara son vermektir demiş. Duydun mu? Tsiolkovski mutsuzlar yok edilmeli demiş. Yani, yarı canlı hastalar, özürlüler, deliler ve vahşi hayvanlar… Bunu ancak bir deli söyleyebilirdi. Al sana roketin “babası”! Altı çocuğundan ikisi kendini asarak intihar etti!

      İşte böyle! Biliyor musun? Bu deli benim kitabımı okumuş olsaydı bu olaylar yaşanmazdı. Roketini gökyüzüne değil de insanlara doğru yönlendirmiş! Tolstoy’u, ölmeden önce ormana cinlerin götürdüğünü mü sanıyorsun? Hayır! Ölmeden birkaç gün önce benim formülümü çözdü ve Tanrı onun kalbini kendisiyle birlikte götürdü. Tanrı da üstün zekâlıların ölümünü istemez. Üstün zekâlılar ikinci bir hayat yaşamaya hak kazanırlar. Bu dünyada insanların zekâsına bakılmaz. Siyah da beyaz da hepsi eşit. Böyle insanların ruhuna Tanrı’nın ihtiyacı yoktur. İnsanların ruhu ölmez, onların ruhu ikinci hayatını yaşayacaktır. Mesela Pisagor’un öldükten tam 216 yıl sonra dirildiğini biliyor muydun? Tanrılar ona öleceği an “Ölümsüzlükten başka ne istersen iste, fakat ölümsüzlüğü isteme!” demişler. Pisagor ne yapmış? “Yaşarken de öldükten sonra da aklımı ruhumdan ayırmayın!” diye yalvarmış. Tanrılar bu isteğini kabul etmişler. Ölmüş ama zekâsını kaybetmemiş ve hafızası yaşanılan her şeyi zihninde saklamış. Pisagor’un ruhu Euphorbus’a, Germotim’e geçti. Germotim öldükten sonra ruhu Pirus adlı balıkçıya geçti. Pirus öldükten sonra ruhu tekrar kendi bedenine yerleşti. Tam 216 yıl sonra… Pisagor yaşanan olayların tümünü, ayrıntılarıyla hatırlıyordu. Ben de onun gibi uzaysal bir zekâya sahibim, evrenin, insanoğlunun ruhunu harekete geçiren Demiurgosum! Benim kalbimin yarısı gökten, yarısı da yerden yaratılmıştır. Kutsal kitabım da gökten inmiş sözcüklerle başlar. Benim gibiler ölmezler, sadece gözden kaybolurlar. Az bir zaman sonra ben de gözden kaybolacağım. Tek sıkıntım tımarhane. Beni gökten de yerden de mezardan da bulup getirip tımarhaneye sokuyorlar. Bir türlü bu lânet tımarhaneden kurtulamıyorum. Kurtulduğum gün gökten melekler inecek ve beni alıp götürecekler.

      Söylediklerinin bazıları inandırıcıydı ama bazıları bana zırva gibi gelmişti. Üstelik biradan başım dönüyordu. El ele yürüyerek benim eve geldik. Yol boyunca ondan kutsal kitabı göstermesini istedim. Ama buna razı olmadı. “Niye?” diye sorduğumda yüzüme baktı ve konuyu kapattı:

      – Sen büyük günahlara girmişsin, o yüzden. Günahı büyük olanlar o kitabı açar açmaz kitabın içindeki yazıların hepsi silinir, dedi.

      Sabaha kadar uyumadık. Çok yorulmuştum. Sabaha karşı uyuyakalmışım. Gizemli adam sabah erkenden gitmişti. Giderken de kitabını ardında bırakmış. Bilerek mi bıraktı yoksa unuttu mu anlayamadım. Yatağımın altında sert bir şey hissettim. Bakmaya üşendim açıkçası. Üstelik gece boyu gözümü hiç kırpmamıştım. Benim yatağımın altındaki her şey benimdir diyerek biraz daha uyumayı düşündüm. Ama ne uyuyabildim ne de kalkabildim. Bayağı zaman geçmesine rağmen yatıyordum. Bu kadar yorulmuş olmasaydım çoktan kalkardım. Bugüne kadar böyle bir erkek görmedim. Onun da bana iki üç kere:

      – Senin gibi bir kadın görmedim, dediğini gülümseyerek hatırladım.

      Ne erkekler görmüştüm ama hiçbirisi beni böyle mutlu etmemişti. Hem de hiçbirisi. İlk söyleyen o oldu. Bu sözleri duyduğumda dişilik hormonlarım kabarmış, kendimi öyle iyi hissetmiştim ki bir anlığına da olsa başka bir insanı mutlu edebildiğimi düşünmüştüm. Mutluluk nedir ki? Mal mı, elbise mi ya da kuru kuruya yaşamak mı? Bunlar değildi mutluluk, mutluluk sevmekti, el ele sıkıca tutunmak ve sevmekti. O an kafamdan geçenler tamı tamına böyleydi. Vakit öğleye yaklaşıyordu ama tembellik yapıyor, yataktan kalkmak istemiyordum. O dakikalarda dilimin ucunda yaşadığım hayatın tadı vardı, bunu bozmayacaktım, kendi kendime bunu bozmamaya yemin bile etmiştim. Çünkü yataktan kalktığım an bu tadı kaybedecekmişim gibi bir his vardı içimde. Sabahtan beri bu düşüncelerle ne uyuyabiliyor ne kalkabiliyorken yazarın giderken bıraktığı kutsal kitabın üzerinde yatıyordum. Çok ilginç bir andı. Gözlerimi ne zaman kapasam bana söylediği o tatlı sözler aklıma geliyor, kulaklarımda yankılanıyordu.

      – Yaktın beni, yaktın! Kimse bu kadar yakmamıştı beni, fakat sen yaktın, diyordu. Sözleri kulağıma öylesine tatlı geliyordu ki bana “Güzellik nedir?” diye sorduğunu hatırlıyorum. Bunu ciddiye almamış, öylesine bir cevap verip geçiştirmiştim. Bana bakıp: “Güzellik sensin.” demişti. Üzerimdeki yorganı sıyırmış vücuduma sırıtarak bakarken kendini alamamış ve ışığı açmıştı. O an çok utanmış ve yorganı kendime doğru çekmeye çalışmıştım. Yorganı elimden kapmıştı. Ayaklarımdan tutup çok güzel bir tabloyu seyreder gibi bakmıştı. Öyle içten bakıyordu ki ben bile kendimi çok beğenmiştim.

      – Rambrant’ın çizilmemiş eseri işte bu, diyor beni gösteriyordu.

      Kel yazar beni birilerine benzetiyordu, fakat kime olduğunu bulamıyordu. Sonradan hatırlayınca sevincinden kendini alkışladı.

      – Hatırladım! Biliyor musun, kime benzediğini? Sen Tais Afinskaya’ya benziyorsun! Onun kim olduğunu biliyor musun? Büyük İskender’in metresi, Mısır Padişahının da karısıydı.

      – Büyük İskender’in metresi, aynı zamanda Mısır Padişahının karısı mıydı? Ben de öyle bir mutluluk yaşamak isterdim, dedim.

      – Kadınlar çok kurnazdır! Alionora Akvitanskaya adlı kadın ise aynı zamanda iki kralın da karısıydı. Hem İngiltere Kralının hem Fransa Kralının.

      – Ben senin gibi bir kadın görmemiştim, diye devam etti.

      Ben ne erkekler gördüm bugüne kadar. Ama hiçbirine bu kadar ısınmamıştım.

      Bunları düşünerek yatıyordum ki kapı çaldı. Yazarın geldiğini düşünerek sevinmiştim. “Erkekler için sadece bir gecelik kadın ama bu inatçıyı bir şekilde geri dönmeye ikna edebilmiştim, demek hâlâ bir erkeği etkileyecek kadar sıcaklık varmış bende.” diye düşünmüştüm. Kapı ısrarla çalmaya devam ediyordu. İçimden “Ne bekliyorsun, gir artık.” diye geçirdim. Kalkıp onu yaka paça yeniden yatağa atmak istiyordum. Fakat ben bir kadındım ve bunu yapacak olursam kendimi küçük düşürmüş olurdum. Gece çok hoşuna giden ayaklarımı yorganın