Sultan Raev

Tımarhane


Скачать книгу

gitmem gerektiğini bilemiyordum. Düşüncelerim ve zihnim hayatta olduğu gibi aynıydı. “Nereye gideceğim? Ne yapacağım? Allah’ım! Ben öldüm! Buna inanamıyorum!” hep bunları düşünüyordum. Geniş ve çok karanlık bir yerde hareket etmeye başladım. Bunu tarif etmem imkânsız. Çok karanlıktı.

      Ve o anda ruhumun bedenimden nasıl ayrıldığını hissettim. Yataktan kayıp yere düştüm. Sonra yukarıya doğru yükselmeye başladım. Bu arada birkaç hemşirenin odaya koşarak girdiklerini gördüm. Lambanın arkasından doktoru ve hemşireleri izleyebiliyordum. Tavanda uçarken kendimi bir kâğıt parçasıymış gibi hissettim. Beni hayata döndürebilmek için ne kadar uğraştıklarını gördüm. Vücudum yatak üzerindeydi ve hepsi onun etrafında toplanmıştı. Göğsüme masaj yaptıklarını, ellerimi, ayaklarımı ovaladıklarını gördüm. “Bunlar niye endişeleniyorlar ki?” dedim. Çünkü kendimi çok iyi hissediyordum. En ufak bir ağrı duymuyordum. Sanki o beden benim değilmiş gibiydi.

      Bir anda kendime acımaya başladım. Fakat tünelin sonundaki ışık görünmeye başladı. Orada beni uzun zaman önce ölmüş sevgilim bekliyordu. Ona bakıyordum, gizemli bir halde gülümsüyordu. Saniyeler içerisinde bütün hayatım gözlerimin önünden geçti. En ince detaylarıyla hayatımı tekrar yaşadım. Sanki hâlâ yaşıyormuşçasına geçmişte kalan kederler üzerine ağladım, mutlu anılarıma sevindim ama bir değişiklik vardı sanki. Sevgilim bana “Geri dön!” der gibi bir işaret yaptı. Hayatta yapmam gereken işleri daha tamamlamadığımı anladım ve geri döndüm. Gözümü açtığımda beyaz bir çarşaf gördüm. Bağırmak istedim ve inledim. Doktor şaşırarak yüzümdeki çarşafı kenara attı ve “O yaşıyor.” dedi. Evet, bu adam öldükten sonra tekrar dirildi! Bir an sustu. Kimsin? diye soruyorsun değil mi? Ben Peygamber de evliya da değilim. Ben öldükten sonra dirilmiş birisiyim. Ölümün ne olduğunu hissedip, o ölümün elinden tekrar dirilip bu kitabı getirdim. Bu kitap ölümsüzlüğün kitabı, bunu ben getirdim. Sözlerini de ben yazdım, en baştan yazdım. Şimdi ise herkes paniğe kapıldı ve bu kutsal kitabı arıyor. Hanlar da, imparatorlar da, cumhurbaşkanları da, krallar da, zenginler de, yoksullar da, şeytanlar da, cinler de… Hiçbirisi ölmek istemiyor, hepsi bu dünyayı yönetmek istiyor. Dünyayı tamahkârlık yönetiyor. İnsanlar çok aç. İktidarı, zenginliği, hizmeti, parayı, kadını, hayatı, mutluluğu, sevgiyi elde etmek uğruna birbirini yiyip bitirmeye razılar. Ama tamahkârlığın onları ölüme götüreceğini anlamıyorlar. Zaman çok değişti artık. Ölümün yüceliğini anlamıyorlar. Kendilerini Peygamberden de üstün görenler var. Tanrı insana hayat verdi, fakat kaderini değil. İnsanın kaderini Tanrı belirlemiyor. Fakat Tanrı, kendi şefkatinde yaratılmış insanın böyle bir kader yaşayacağını beklemiyordu. O, insana inanç verdi, sevgi verdi, umut verdi, hayat verdi… Kaderin sahibi insanın kendisidir! Ben bugünden itibaren yok olacağım, havada eriyip kaybolacağım. Ben dünyanın sırrını çözdüm, benden başka kimse çözemedi. Bundan sonra burada kalmam feci bir akıbete dönüşebilir. Dünyanın sırrını çözmüş birisi artık bu dünyada yaşayamaz. Bugün benim son günüm.”

      Bu sözler tüylerimi diken diken etti. Alnım soğudu, kocaman bir yılan boynuma sarılmıştı sanki. O an ıstırap içinde geçirdiğim günler, gözyaşlarım, talihsiz hayatım gözümün önünden geçti. Bağıra çağıra ağlamak istedim. Elim ayağım titriyor boğazıma yumruk gibi bir şey oturmuş gibi yutkunamıyordum. Soğuk bir şey hissedince elimle boynumu kontrol ettim. Boynumu üç kat saran yılan, parmak kadar başını kaldırarak, parlak gözleriyle gözümün içine bakıyordu. Bakışlarıyla beni esir etti. Bir anda bütün ömrüm gözümün önünden geçti. Ben de ağlaya ağlaya gözyaşlarına boğuluyordum. Ama geçmişteki o tren olayını nedense göremedim.

      O gün bir meteor düştü. Bu meteor Tanrı’nın verdiği ilk işaretti. Ahir zaman ateşin eşliğinde gelecekti. Yazar havada eriyip, gökte yıldız gibi kayboldu. İp gibi bana sarılan yılan beni tam boynumdan soktu. Kökünden kesilmiş ağaç gibi yere düştüm. Gözüme görünmeyen şeylerin hepsi tam görünüyordu. Tımarhanenin iki hasta bakıcısı elimi lastikle bağlayıp damarımı arıyorlardı. Gözlerim yavaşça açılıp canım vücudumdan uçup gitmiş gibi yatıyordum. Halsizdim ve duyulur duyulmaz bir ses ile: “Sokmayın iğneyi! Vurmayın!” diyordum. İğneden sonra bütün vücudum buz gibi oldu. Sonradan damarlarımı bir sıcaklık sardı ve her tarafım yanmaya başladı.

      Bu gece rüyamda “Kutsal Kitabın yazarını gördüm ve bütün gece sayıkladım. Tımarhanedeyken, rüyanda bile olsa Tanrı’yı anma.” diye, Tais Afinskaya sözünün son kısmını sayıkladı. Ona iğne yapıldıktan sonra daima farklı bir dünyaya gider, sıra dışı olaylara karışırdı.

      Bu sefer ışıkla konuşmuştu.

      YEDİ KİŞİ

      Gece yarısı bitkin bir halde geldikleri büyük çölde takatleri kalmadı ve her birisi bir köşeye kendini atarak uykuya daldı. Zaman geçmişti. Güneş yavaş yavaş doğmaya başlıyor tan vaktinde ortalık aydınlanıyordu. Tais Afisnkaya’nın gözüne güneş ışığı vurdu. Tımarhanede konuştuğu ışık ve damarlarına vurulan iğne aklına gelerek aniden korktu ve gözlerini açıp etrafına bakındı. Uçsuz bucaksız bir çölün ortasındaydılar.

      – Burası neresi, diye korkuyla etrafına bakınıyordu. Tais Afinskaya’yı Cengiz Han eliyle bir işaret yaparak durdurdu ve gözleriyle İmparator’u işaret ederek:

      – Şişşt, dedi.

      – İmparator transa giriyor. Söylese ya yukarıdakiler ne diyormuş. “Hos natura modos primum dedit…” diye anlaşılmayan kelimeler çıkıyordu ağzından. Tais Afinskaya bu sözleri tekrar edip “Ben söyledim şimdi sen anladın mı?” diyerek Kozuçak’a baktı.

      – Bilmem, dedi Kozuçak.

      Konuştuğu dil ne İngilizceye ne Fransızcaya ne de İspanyolcaya benziyordu. Kleopatra düşünürken bir anda hangi dil olduğunu bulmuş gibi “Bu Latince değil mi?” diye sevinerek ayağa kalktı.

      – Vaay! dedi Tais Afinskaya, bir taraftan da işaret parmağını yukarı kaldırmış konuşmaya devam ediyordu. Evet, Latince. Bu söylediklerin Rusçaya “İnsanlar Tanrıların eliyle yaratılmıştır.” diye çevrilir.

      – Anladım, dedi Kozuçak gülerek. “Demek biz Tanrı’nın eliyle yaratılmışız, öyle mi?”

      – Eliyle değil, emri ile dedi Büyük İskender.

      Bir şeyler arıyormuş gibi bu sırada gözlerini gökyüzünden ayırmayan İmparator’a bakan Cengiz Han, gürültü yapan berikilere sessiz olmalarını söylemek için “Şişşt!” dedi.

      İmparator’un sıra dışı bir şey yaptığına hepsi ikna olmuştu. Onlar da sessizce gözlerini gökyüzünden ayırmadan dişlerinin arasında bir şeyler fısıldayan İmparator’u takip etmeye başladılar. Bunları gece yarısında kaçmaya çağıran da firar planını yapan da onlara kılavuzluk ederek belirsiz kutsal topraklara, cennetin bahçesine götüreceğini söyleyen de İmparatordu. Son zamanlarda çok yorgundu.

      Herkes sessizce İmparator’un garip durumuna hayret ediyordu. Yağlı kalçalarına vurarak, hararet bastığından eteğini sallayan Tais Afinskaya yüksek sesle bağırdı. Onun kartlaşmış sesi herkesi tiksindirdi.

      – Yılan, dedi.

      Bunu duyan Kleopatra ile Kozuçak, Tais Afinskaya’nın yanına koşarak geldiler. Koca bir saç örgüsü kadar büyük bir yılan kumun üzerinde sürünerek ilerliyordu. Yılan kumda yüzüyor gibiydi. Tais’in cırtlak bağırmasından bile korkmadı yılan. Cengiz Han, Büyük İskender ve Lir yılana korkuyla bakıyorlardı. Çöl yılanıydı bu. En küçük sesi duyar en ufak bir hareketi anlar, hayvan ya da insan fark etmez saldırırdı.