Çünkü Tanrı’nın bildiğini onlar da biliyordu. Bu bilgiyi insanlara veren de yine Tanrı’ydı. Bu insanlar olacakları hissediyordu, olacakları biliyordu. Demek ki Tanrı’dan hiçbir şey alamazlar.” Evliya bu cümleleri okuyunca oturduğu yerde donakaldı. “Her şeye rağmen Tanrı’yı biliyorlar fakat ona dua etmiyorlar, başka düşüncelerin tutkusuna kapılıyorlar.”
Evliya’nın derin düşüncelere daldığı onun duvara yansıyan gölgesinden bile belli oluyordu. “Onların kalbini karanlık kapladı.” Kutsal kitabı okurken ağzından çıkan hava mum ışığını titretiyordu. Düşünceli bir hâlde yerinde bir müddet oturduktan sonra yeniden kitabı okumaya başladı. “Kendilerini akıllı sanıyorlardı ama akıl tutulması yaşıyorlardı. Tanrı’nın değerini ölünce çürüyecek insanların, kuşların, hayvanların kemiklerine benzettiler. Tanrı da onları koca bir karanlığın içinde bıraktı. Bu seçimi kendileri yaptılar. Onlar Tanrı’nın gerçek dediği şeyleri yalanladı, Tanrı’nın hayranı olmak yerine eşyaların önünde eğildiler ve şeytana hizmet ettiler.” Evliya derin bir nefes aldı. “Tanrımız ebediyen övülsün!” ve okumaya devam etti. “Tanrı’nın bir gün adaletle hükmedeceğini unuttular.” dedi ve ellerini yüzüne sürdü. Çok kararlı bir sesle “Tanrı’nın hükmü yapılan işlere göre verilir.” dedi ve durdu.
Deli bu sırada o anı hatırladı. Çünkü o gün Evliya’nın nasıl kaybolduğunu hiç kimse anlayamamıştı.
Gece yarısında bir şimşek çakmış şimşekle beraber ortalıkta kısa bir aydınlık olmuştu. Deli korkmuştu, hatta bağırmıştı ama bunu kimse duymamıştı. Şimşekle beraber gelen ışıkla pencerede üç meleğin süzülerek içeriye girdiğini görmüştü.
Gökyüzünden inen bir melek gördüm, beyazlar içinde buluttan bir elbisesi var gibiydi. Yüzü güneş rengindeydi, ayakları ise ateşler içinde yanıyordu. Ellerinde sayfaları açık bir kitap vardı. Melek sağ ayağını bir denize sol ayağını ise bir kara parçasına koymuştu. Sağ elini gökyüzüne kaldırdı, bu sırada sanki bir aslan kükremesini andıran kuvvetli bir ses “Hemen git, meleğin elindeki o kitabı al!” dedi. Sesin verdiği emirle meleğin yanına geldim. “Bana kitabı ver!” dedim. Melek bana “Kitabı al ve ye! Önce ağzına şekerli bir tat gelir, sonra da acı bir tat hissedeceksin. Acı olan gerçeğin tadıdır. O yüzden birçokları bu tadı sevmez. Bu kitap gerçeğin kitabıdır. Tanrı’dan gelen bir kurtuluş kitabıdır. Onu sakın saklama, çünkü kıyamet gününün gelmesine çok az zaman kaldı.” dedi ve kitabı elime verdi. Kitabı alınca aceleyle sayfalarını çevirip bakmaya başladım. Ama kitabın üzerinde ne bir cümle ne bir kelime ne de bir harf gördüm. Çünkü sayfalar bomboştu, hiçbir şey yazılı değildi.
Beyazlara bürünmüş olan üç melek Evliya’yı yerinden kaldırıp yanlarına aldılar ve gittiler. Yatağın altında gizlenen deli meleklere bakamamıştı bile. Korkusundan gözlerini kapatmıştı, az kalsın bağıracaktı. O anda Evliya odada uyuyan herkesin tek tek alnından öptü, korkarak yatan deliyi ise yüzünden öptü. Giderken de hüngür hüngür ağladı. Neden ağlamış olabilir ki? Onlara acıdığı için mi ya da geri dönüşü olmayan bir yere gidiyordu, belki de bu yüzden. Gözyaşlarına boğulmuştu ve bunun nedenini olup biteni gören deli değil kendisi de anlamamıştı. Evliya’nın son sözünü de yine bu deli işitmişti: “Yakında yeniden geleceğim. Bu kitap, içindeki kelimeler ve cümleler ne kadar huzur verici!” Elinde açık vaziyette duran kitabı öptü. Ama bu sözleri kime söylediği belli değildi. Odada uyuyan delilere mi ya da bu küçük odanın duvarlarına mı belki de korkarak yorganın altında saklanan deliyeydi. Bunu asla öğrenemediler.
Evliya gitmeden önce kitabı kucağına almış (şimdi her şeyi hatırlıyordu) ve korkusundan zangır zangır titreyerek yorganın altında saklanan delinin yastığının altına koymuştu. Bunu sadece kendisi görmüştü. Sonra yastığın altından kitabı aldı. O gün Evliya kayboldu.
Kitabın altın harflerle yazılı olan cildini gördüğünde bunun gökyüzünden gelen özel bir şey olduğunu anlamıştı. Bu kitap sadece kendisine aitti. Herkesten saklıyordu. Bu yüzden de kitabı okumaya bir türlü fırsat bulamıyordu. Eğer o bıyıklı başhekime yakalanırsa Evliya gibi kaybolup gideceğini düşünüyor, bu düşünce beynini kemiren bir kurt gibi bir an olsun aklından çıkmıyordu. Bu yüzden ondan çok korkuyordu. Neredeyse aklını kaybedecekti.
Tımarhaneye getirildiği ilk günlerde mutlaka kaçacağını düşünüyordu. Deliler ülkesine geldiğini ve buradaki düzenin insanı öldürebileceğini daha ilk gün anlamıştı. Buna kızıyordu. Deli dediğin delidir, onlar için düzene ne gerek vardı ki? Deliler o bıyıklı başhekimin gölgesinden bile korkar, onu gördüklerinde hayatlarının son dakikasını yaşıyor gibi bir hisse kapılırlardı. Bıyıklı“Eğer burada düzen olmaz ise hepinizi mahvederim, hiçbiriniz buradan diri çıkamazsınız.” demişti. Eğer Evliya’nın bıraktığı kitabı görürlerse ne olacaktı? İşin doğrusu insanlığın yok olacağı gün o gün olacaktı. O bıyıklı, kitap okumayı da yasaklamış, eğer birisi kitap okurken yakalanırsa cezasının ölüm olacağını çok açık söylemişti.
Ölümden korkuyordu ve ölümden korktuğu için şimdiye kadar o kitabın bir sayfasını bile okuyamadığını anladı. Bir taraftan da ne zaman öleceğini biliyordu zaten. Pazarın karşısındaki falcı kadın “Sen daha çok yaşayacaksın ama kendi ecelinle değil bir yılanın sokmasıyla zehirlenecek ve öleceksin.” demişti. Bunları duyunca elini hemen geri çekmiş bu olayın üzerinden yıllar geçmişti. Ama bir türlü unutamıyordu. Şu anda da kadının söyledikleri aklına geliyordu.
Bu karanlık odada yalnız değildi. Köşede kıvrım kıvrım olmuş bir karayılan uyku içinde yatıyordu. Ne zaman uyanacağı ise meçhuldü. Evliya’nın söyledikleri geldi aklına: “Yılan uyanınca ahir zaman gelecek, onu uyandırmamaya çalışın.” Bu yüzden yılanın bulunduğu tarafa bakmaya korkuyordu. Korkuyla yılanın gözlerinin açılacağı zamanı bekliyor bir an önce buradan kaçıp kurtulmak istiyordu.
Karanlıkta uyuyan yılanın uyandığında yerinden bir ok gibi fırlayarak dişlerini batıracağını düşündü, o anda falcı kadının “Seni bir yılan sokarak öldürecek.” sözlerinin gerçek olduğunu anlıyor, hayatının sonuna kadar bu korkuyla yaşayacağını biliyordu. Bu karanlıktan bir an önce kaçmalıydı. Önce bu karanlığın, odanın, yılanın… Hepsinin de bir rüya olduğunu düşünmüştü, aslında rüya olmasını istiyordu ama bu bir rüya değildi. Kendini çimdikleyip aynaya bir kez daha baktığında yaşadıklarının gerçek olduğundan bir kez daha emin oldu.
Bugün de kendi odasında uyuduğunu düşünmüş, uyandığı bu karanlığın her zamanki gibi kalkıp odadan dışarıya çıktığında peşini bırakacağını zannetmişti ama ne kadar ararsa arasın bir türlü kapıyı bulamıyordu.
Bu karanlık gecede, ölümün sessizliği içinde tımarhanede olduğunu hatırladı ama burası tımarhaneye bile benzemiyordu. Karanlığın tutsağı olan kapısız duvarlar, neden ve kim tarafından konulduğu belli olmayan bir ayna ve odanın köşesinde büzülüp kirpi gibi uyuyan kara bir yılan. Belki de bu yılandan korktuğu için bir olay hatırladı.
Bir zamanlar gerçekten bir imparatordu. Kesik kesik de olsa hatırlıyordu. “İmparator olmak ister misin?” diye kimse ona sormamıştı ama belki de sormuşlardı. Hatırlamıyordu. Hatırladığı şeyler vardı. Kendisini imparator olarak hissettiğini, taç takma töreni bile yapıldığını.
“Ben büyük İmparatorum.” demişti. Bütün saray erkânı da İmparator’un karşısında yerlere kadar eğilmişti. Her söylediğini yıllık biyografisine yazdırıyordu, abartılı ve uzun vaatlerde bulunmuştu. Dünyanın tam ortasındaki kutsal topraklara bütün halkını