oku dercesine kafasını salladı. İmparator yine yüksek sesle okumaya başladı, “Cehennemin bekçisi. Cehennemin kapısı yılan yuvasından başlıyor.”
– Yılan cehennemin bekçisi? Hemen bunları Cengiz Han da tekrarladı. “Cennete değil, cehenneme mi gidiyoruz?”
Bunları duyuyor gibi ihtiyar yavaşça kafasını salladı.
– Bakın! Cennetin kapısı sizin için açık. Hoş geldiniz, sayın deliler! Günahlarınızdan beyin kemiklerinize, her hücrenize, her damarınıza kadar temizlendiniz! Hepiniz günahlarınızdan temizlenip “tertemiz insan” oldunuz. Tebrik ederim! Sizlere bu günden itibaren kimse iğne yapamaz, sulfazin veremez! Rahat rahat, cennetin güzelliklerine doya doya yaşayın.
Tais Afinskaya burnu havada:
Kaç, Küçümse, Aşkı harap ederek.
Tövbe kılmaya da vakit gelecek!
Bir şiir okudu ve kibirle:“Bu kimin şiiri diye sormayacağım, size!” dedi “Sizin gibi geri zekâlılar bu şiiri kimin yazdığını bile bilmezler. Bu Goethe! Goethe bu şiirini bizim gibi zavallılar için yazmış! Cehenneme yaklaşıyoruz, beyler! Af dilemeye hazırlanın!”
– Hangi cehennemi konuşuyorsun? Gözleri lamba gibi yanan Kleopatra yüzü bembeyaz olmuş, korkusundan düşünceleri ikiye ayrılmıştı. Onun düğme gibi yanan yuvarlak gözleri soru sorar gibi baktı:
– İmparator bu gerçek mi?
– Gerçek! Gerçek! Lir avazı çıktığı kadar bağırıyor gözlerinden ateşler saçarak yakası açılmadık küfürler ediyordu. İmparator, Kutsal Topraklara götüreceğim deyip kırk gündür azap çektiriyorsun bize! Çölün sonu belli değil! Nerede, hiç olmazsa yeşil bir şey bile yok! Yiyecektin, yedin bizi, yutacaktın, yuttun bizi! Ananı senin! Şu zavallı derviş: “Cehennem yılandan başlıyor, diyor. Önümüzde yılan, arkamızda yılan… Yılan yuvasında kaldık. Bunu anlamayacak kadar aptal değiliz ya! Al, alın!” Lir pantolonundaki kemeri çıkarıp etrafındakilere sunmaya başladı. “Beni tam burada hemen boğuverin! Cehenneme de razıyım! Boğun beni!” diye kemeri Cengiz Han’a, Büyük İskender’e, Kozuçak’a verdi. “Boğun beni! Azap çektirmeyin bana! Al, İmparator, al, senin elinden ölürsem pişman olmayacağım, al kemeri! Boğuver beni.” Lir İmparator’un önünde dizleri üzerine çöktü.
İmparator, Lir’in verdiği kemeri aldı ve eliyle Lir’i yere doğru güçlü bir şekilde itiverdi:
– Al şunu, it oğlu it!
İmparator kemerle iki üç kere Lir’in omuzuna vurdu. “Siz insan mısınız? Değilsiniz! Cennete ulaşmayacağınızı bile bile belki bir gün insan olduklarını anlayacaklar diye şu Kutsal Topraklara almıştım sizi. Ancak insan olduğunu anladığın zaman sana cennetin kapısı açılacak! Cehennemi size Tanrı göndermedi, cehennemi kendiniz, kendiniz için yarattınız! Çünkü siz, hepiniz evvela insan olduğunuzu unuttunuz! İnsanoğlunun aptallığı bu! Cehennem dediğin şey ceza, insanlığı unuttuğun için ceza, geri zekâlı! Bunu unutmadıysan senin için cehennemin kapısı kapalıdır, eğer unuttuysan, işte o zaman o senin için açıktır. Onu sana cehennemin bekçisi yılan açacak! Gir insanoğlu! Rahat rahat gir!”
İmparator elindeki kemerle Lir’in kocaman omuzlarına vururken nefesi kesildi, zor nefes almaya başladı, elleri yoruldu. Buradaki herkese olan hırsını Lir’den almıştı. İmparator kızdı, kanı kaynıyordu çünkü bunların yol boyunca ne zaman Kutsal Topraklara, ne zaman cennete kavuşacağız gibi tekrarlanan sorularından bıkmıştı.
Lir yüz üstü kumda sessiz sedasız yatıyordu.
Kızgınlığı kurumuş bir ağaç yaprağı gibi düşmüştü. Yeri koklayarak bir süre yattı. Bir zamanlar: “Cehennem de Yaratıcının cezası da umurumda değil! Bunların hepsi yalan, cehennem varsa, cezası varsa bunu Yaratıcı bana göstermez miydi? Ben kendi kendimin sahibiyim, kendi kendimin Tanrısıyım!” diye ağzını doldurarak söylediği sözleri şimdi hatırlıyordu. Onu, “İt oğlu it” diye azarlayan İmparator’un sözlerinde gerçeklik payı vardı. İnsan gibi doğmuş, hayvan gibi yaşamıştı, bu adam için dünyada kutsal hiçbir şey yok gibi gelirdi.
Güneş büyük çölün diğer ucunda batmaya başlamıştı.
Bu yedisi ise uzun bir yola katlanarak Kutsal Topraklara doğru yine yola devam ettiler. Cehennemi yaratan Tanrı’ya isyan ederek kırk senedir bir ayağının üstünde duran derviş Devani Buhruta uzaklarda kaldı. Onlar oradan uzaklaştılarsa bile, dervişin olduğu tarafa devamlı bakarak yola devam ettiler.
“Cehennemden, Yaratıcı’nın cezasından korkmuyorum!” diye bir zamanlar ağzını doldurarak konuşan Lir, şimdi ikisinden de, cehennemden de cezadan da korkuyordu.
LİR
Gencecik kızın göğüslerine ihtiyarın buruşuk elleri yapıştı.
Kız ihtiyarı istemese de bu karanlık, sadece ikisini bu dünyada küçücük bir dört duvar arasına kapatmış gibiydi. İhtiyarın eli kızın elbisesini aşağıya çektiği zaman bulutların arasından aydınlık veren ayı, güneşin doğuşunu andıran göğüsleri göründü. İhtiyarın sevinçli, kurumuş perçeme benzeyen sakalları genç kızın göğsüne diken gibi battı, bu iğrençti. Çölde susuz kalıp ağzı kuruyan, vücudu suya mecbur olan ihtiyar bir damla su olsa ölmeye bile razıyım diye, genç kızın tenine ulaşıp ölsem bile kahrolmuş hayatım helal diyerek, kızın sevgisi için son demlerinde olan hayatını teslim etmeye razıydı. Kız uzun, bembeyaz boynunu kaldırıp ihtiyardan şehvetli bir şeyler bekledi. İhtiyarın buruşuk elleri kızın göğsünden bir şey arıyormuş gibi yavaşça okşuyordu. Bir zamanlar birçok kadının sıcağını hisseden ihtiyar kanıyla gelen erkek hazzına, pis duygulara kendini kaptırıyordu. Karanlıkta hafif elbise ihtiyarın ellerinin hareketiyle yukarı çıkıyor, elbise kızın vücudundan sıyrıldıkça beyaz teni görünür oluyor, insanı şehvetle azdıran güzel kadın kokusu geliyordu. Aralarındaki yaş farkına aldırmayan iki insan birazdan başlarını günah yatağına sokacaklardı. Genç kız, bir an önce sabah olsa da gitsem diyordu. İhtiyar da tüm ömrü birleşse ve bu gece hiç bitmese diyordu içinden. Kız üryan bir durumda yatıyordu, uzun zamandan beri bu kadar güzel bir kadın teni görmeyen ihtiyar karşı cinsteki birisinin koynunda ilk kez küçük bir çocuk gibi titriyordu. Ufacık bir kıvılcımda vücudu ateşin içinde kül olacakmış gibi geliyordu ona. İhtiyarın kuru ağzı genç kızın dudaklarına değiyor. Genç kız ise ondan hiç utanmıyordu. Bu belalı hayat ona utanmamayı çoktan öğretmişti, kız da isteyerek ihtiyarı kucakladı. İhtiyar kendini tutamıyor, iki ayağı hayata yeni gelmiş buzağının ayakları gibi titriyordu. O şimdi yanındaki genç kızın gerçekten de ona ait olduğuna inanamıyordu. Vücudu titriyor, hayatın bu ilginç olayını kafasında saç çıktığından beri ilk kez görüyormuş gibiydi. İlk kez hissediyormuş gibi… Genç kız sıkılarak öfledi, ancak bu öfleme hoşuna gittiğinden değil, istek de değil sadece pişmanlık öflemesiydi. Çıplak kız yavaş yavaş ter kokan elbisesini çıkarttı, ihtiyarı kendisi soydu. İhtiyarın vücudunun her yerinden ter aktı. Bunu kendisi de hissetti, zorlandı. Kız nasıl yardım etmesin hiçbir şey olmuyordu, onun elinde onun güzel hayatının pişmanlığı vardı. “Azap çekiyorum!” dedi ihtiyar. Yaşlılığın azabı bu!” Kız saçlarını yolarak ağladı, çünkü haz pişmanlığa döndü. Başının altındaki yastığı attı, üstündeki yorganı attı. Şehveti attı. İhtiyar da atmak istedi. Ama ölü gibi vücudu dirilemedi. Güzel tende ölümü gördü, bu azabın, dünyadaki azapların azabı olduğunu, ona hiçbir azabın denk gelemeyeceğini anladı, içinden ağladı ihtiyar.
İki insanı insanlık hazzı ağlattı. Azap ağlattı.
Bu ihtiyara tımarhanedekiler