Sultan Raev

Tımarhane


Скачать книгу

dedi Cengiz Han. Ama bu lânet olası hangi dilde konuşuyor? Hiç olmazsa Kutsal Topraklara nasıl gideceğimizi söyleseydi.

      İmparator ihtiyarın yanına geldi ve güneşten iyice kararmış yüzüne, küçücük ama canlı gözüne baktı. İhtiyarın üstündeki beyaz ipekten yapılmış gömleği dokunlduğu an yırtılacak gibi güneşte iyice sararmıştı. İmparator tek ayağı üzerinde duran ihtiyarın küçük deri parçasına yazılmış sözlerini okumaya başladı.

      – Ben… İsmim Devani Burhu1, diye İmparator zar zor sepilenmiş derideki yazıyı soldan sağa okumaya başladı.

      – Devani Burhu… Büyük İskender şaşırmış halde tekrarladı. “Dilenci mi? Kutsal derviş mi? Kalender mi?”

      – Ben Yaradana isyan ediyorum. Kırk senedir bu ıssız çölde tek ayağımın üzerinde duruyorum.

      İmparator sepilenmiş derideki yazıyı yüksek sesle okuyordu. “Tanrı bizi sevgisinden, nezaketinden, hürmetinden yaratmış. Biz Tanrı’nın kullarıyız. Ey Tanrım, insanları kendi sevginden yarattıysan niye insanlar için cehennemi yarattın? Ben insanların cehenneme atılmasına karşıyım. İnsan Tanrı’nın sadece kulu değil, sevgisi de. Öyleyse sadece cennetin bahçesinde yaşamaya, oradan zevk almaya layık. Nâdânları affet diye Tanrı’ya yalvarmıştım. Nâdânlar ise kendileri beni linç linç etti ve türlü türlü eziyetler çektirdiler. Beni bu çöle getirdiler ve bir başıma bıraktılar. Ben onları bana reva gördükleri acılar için suçlamıyorum, suç onlarda değil. Tanrı insanları yarattı ama neden kötü huylarıyla, ikiyüzlülüğüyle yarattı? İnsanlar suçlu değil, günahlarıyla yaratan Tanrı suçlu. Ben yolunuzu kestim çünkü gittiğiniz bu yolun sonu hayır değil. Cehennem. Cehenneme giden yolu kestim.” diye son kelimeyi okuduktan sonra İmparator şaşkın halde donakaldı.

      İhtiyar çekik gözleriyle sinirlendiğini belli etti ama yerinden kıpırdamadı bile.

      – Tanrı’ya isyan ediyorum diyor, dedi gözlerini büyüterek Cengiz Han. “Tanrı’nın sevdiğine Tanrı’nın kahrına kalan kaşınır.”

      – Cehenneme giden yolu kestim diyor, dedi Büyük İskender. “Bak sen! Kim bu?”

      – Nâdânları affet diye Tanrı’ya dua ettim. Ama onlar beni linç ettiler, dediğini söyledi Kozuçak. “Öyle yapmayıp da ne yapsınlar? Tanrı’nın dostu muydun sen? Tanrı’yı ancak bir dinsiz eleştirir ya da aklını kaçıran bunun gibi zavallı bir ihtiyar.”

      – Zavallı… Yüzünden kaderinin çileli olduğu, gözlerinden çektiği acı belli zaten! Leş kargaları gibi niye ona saldırıyorsunuz, dedi bu duruma sinirlenen Kleopatra. Bu ihtiyara içten içe acımaya başlamıştı:

      – Saldırdıkça saldırıyorsunuz!

      Üstten bakıyor, küçümsüyorsunuz…

      Gözlerini bile doğru düzgün açamıyor, görmüyor musunuz?

      Baksanıza…

      “Peygamberden aşağı görmezler kendilerini, diyor zavallı Rumi…” dedi Tais Afinskaya ve ekledi “Rumi’nin kim olduğunu biliyor musun?” Her zamanki gibi alay ediyordu.

      – Ruble mi dedin, diye sordu Cengiz Han anlamsız gözlerle.

      – Bu Rubleden başka bir şey bilmiyor zaten, dedi kibirli İskender.

      – Yani… Yani… Rublenin burada ne işi var ki? Tais Afinskaya kaşlarını çattı.

      – Bu, Tanrı’ya isyan ettim diyor! Tanrı’ya kim isyan edebilir? Cin, şeytan! Bu cin, şeytan değil mi? Bir de baksanıza sol ayağının üstünde duruyor? Sadece şeytanlar sol eliyle yemek yeyip sol ayağının üstünde dururlar.

      – Belki taşlarız? O zaman… Kozuçak çocuk gibi heveslendi: “Ya şeytansa…”

      – Bırak! İmparator ihtiyara taş atmak için sabırsazlanan Kozuçak’a bağırdı: “Saçma sapan konuşma!”

      Gerçekten de ihtiyar sol ayağının üstünde duruyordu. Bu onları daha da korkuttu.

      – Cehenneme giden yolu kesiyorum mu diyor? “Biz cehenneme mi gidiyoruz, İmparator?” dedi ellerini kalçalarına dayayarak Tais Afinskaya iğrenç ve yüksek bir sesle. Aynı papağanın kanatlarıyla yürüyen karga gibi konuşmaya başladı: “Nerede? Nerede, güzel kokan orkideler, selviler, palmiyeler, Suriye gülleri, incir, üzüm, şeftali, badem çiçekleri? Mavi sahiller, değerli taşlar, iyiler için yapılan cennet bahçesi? Her tarafımız çöl, başka bir şey de yok! Nereye gidersen git kum! Kum! Cehennem diyor. Cehenneme gitmek istemiyorum ben!”

      – Ben de istemiyorum! diye Lir de delirmiş gibi bağırdı. “Ben cehennemden korkarım.”

      – Aaa! Kleopatra korkudan bağırdı. Lir’in ayaklarının altında kuyruğuna basılmış, başını kaldırıp ısırmaya hazırlanan yılanı gördü. Korktu. Hiçbir şeyi fark etmeden ihtiyara bakan altısı, artık Lir’in yılana basmış ayaklarına bakıyordu. “Bakın, yılan! Kaldır ayaklarını! Sokacak!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı Kleopatra.

      Lir sağ ayağını kaldırdığı zaman yavaşça dalgalanarak taş gibi duran ihtiyarın çıplak sol ayağına sarılmaya başladı yılan. Herkesi titreme sardı. Ağızlarında bir şey varmış gibi bu sefer sesleri çıkmadı, sadece yılanın yaptıklarını seyretmekten başka bir şey yapamadılar. Yılan küçücük başını kaldırıp tıslayarak ihtiyarın kuma çakılmış gibi duran sol ayağından yukarı tırmanıyordu. İhtiyarın dizlerinden geçti, kocaman uyluklarına yapıştı. İhtiyarın kurumuş ağaca benzeyen vücudunda istediği gibi hareket ederek yukarı çıkıyordu. Sanki bu yılanı kırk senedir görüyor ve her gün aynı şeyi yapıyormuşçasına ihtiyarda hiçbir değişiklik olmadı. Tam tersine ihtiyar çakılmış kazık gibi dimdik duruyordu. Yılan ihtiyarın tenine yapışmış, kuyruğuyla hareket ederek ihtiyarın buruşuk boynuna kadar geldi ve iki defa dolandı. Kafasını kaldırıp ihtiyarın çekik gözlerine dikti gözlerini. Ortalıkta ölüm sessizliği vardı. Dili ile oynayan yılan şimdi dilini dişlerinin arkasına sakladı. İhtiyarla uzun zaman derin derin bakıştılar. Bu manzaradan sonra İmparator’un bütün vücudunu sıcaklık sardı, alnından ter aktı, vücudunda bir şeyler yürüyormuş gibiydi. İmparator yılandan ayrıca korkardı ama korktuğunu belli etmiyordu. İhtiyarın tenindeki yılan İmparator’un peşini bırakmadan takip eden yılan değildi. Bu yılan farklıydı, uzundu, daha da korkunç daha da gizemliydi. İhtiyarla yılan göz göze bakışarak sessiz, kelimesiz konuşuyor gibi geldi onlara. İhtiyar yılanı yılan da ihtiyarı anlıyordu sanki. İkisinin arasındaki sessizlik uzun sürdü. Lir’in yılanın kuyruğuna bastığı ayakları elektrik çarpmışçasına hâlâ titriyordu. O, ihtiyarın gözlerine gözünü dikip bakan zavallı adamın haline değil de kendi titremesinden korkuyordu. Ne zaman yılan ihtiyarın yüzünü ısıracak diye dehşetle olan biteni izliyorlardı. İhtiyar kuru ağzını anlamsızca kıpırdatarak yılana bir şeyler söylüyor gibiydi. Yılan hazırlandı, hemen şimdi ihtiyarı ısıracak gibi vücudunu kastı ve kafasını kartalın kafasına benzeterek yavaşça bir sağa bir sola hareket ettirerek sıkıca sardığı bedeni yavaş yavaş bıraktı, nasıl yukarı çıktıysa aynı öyle aşağıya, ihtiyarın vücudundan kayarak inmeye başladı. Bunu görünce herkes rahatladı. Yılan, ihtiyarın ayaklarından vücudunu kuma bıraktı ve hızlıca, kumun üzerinde arkasından iz bırakarak ilerlemeye başladı. Yılanın güneşe yansıyan yağlı teni göz kamaştıracak kadar güzel görünüyordu. Yılanın yerlerinde dikilmiş kalmış yedisinin hangisinin yanından geçeceğini merak ediyorlardı. Yılan, Lir’in olduğu tarafa doğru geliyordu, onun zaten titreyen vücudu sıkıştı, daha da farklı titremeye başladı. Ama bunu yılana belli etmemeye çalıştı, yılan fark ederse