Sultan Raev

Tımarhane


Скачать книгу

zaman geçiriyordu. Tacı kafasındayken baş ağrısı denilen şeyin ne olduğunu da unutmuştu. Gerçekten unutmuştu ya da baş ağrısını hatırlamaya mecali kalmamıştı.

      Kendini Tanrı’yla denk görmeye başlamıştı. Hatta Tanrı sözünü unutmuştu. Peygamber kudretine eriştiğini hissediyordu. Kim olduğunu unutmuş gibi bir hali vardı.

      Direniş göstermesine rağmen hasta bakıcılar el ve ayaklarından yatağa bağlayıp sağ elinin atardamarından iğneyi soktular. Az evvel kendini imparator zanneden adam şimdi tımarhanede avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

      Alçaklar! Siyasî fahişeler! Bürokratlar! Tam bir boksunuz! Tanrı’yı tanımaz hainler! Gâvurlar! Bu bir hainliktir! Siz Tanrı’yı inkâr ettiniz! Beni de affı olmayan günaha soktunuz. Yaradan’a değil Yaradan’ın yarattıklarına taptınız, kutsal diye taptınız. Haaayır… Hayır!

      Hayır dedim! Bana iğne vurmayın! Tanrı’yı tanımazlar, hainler! Vurmayın! Sonra başı kesilmiş kurbanlık koyun gibi sesi kesildi ve ağzında beyaz köpükler birikti. Fısıldayarak yalvarıyordu.

      Bu yüce düşünceleri onu yormuştu. Uykuya daldı. Tacı beynine yerleşen inatçı bir mikrop gibi kafa derisine kaynamıştı. Rüyasında uzaklardaki kutsal toprakları, sıcak çölleri, Ölü Deniz’in mavi sularını uzaktan izliyordu. Sadece hayallerde ya da rüyada değil gerçek hayatta da keşke oraya gidebilseydim diye güzel düşüncelere daldı. Şu an kutsal topraklara doğru yürüyordu, hamamda yıkandıktan sonra bedenini sarıp sarmalayan kirlerden temizlendiği gibi bedenine yapışan günahlardan kurtulup kendini tüy kadar hafiflemiş hissederek hayal âleminde yüzüyordu. Çöldeki develer gibi ayaklarını sürükleye sürükleye yürüyordu.

      İmparator yavaşça uyandı. Bitkin bir halde ihtiyarlıktan kırışmış elleriyle yatağından kalkarak odayı aydınlatan ızgaralı pencereye yaklaştı.

      Dışarısı hayli kalabalıktı. Arka kısmında sarı haç işareti olan cankurtaranın motor sesi geliyordu. Siyah önlüklü iki hasta bakıcı ambulansın arka kapısını açıp ellerine aldıkları bir sedyeyle İmparator’un penceresinin tam karşısında olan morga girdiler. İçinden “Birisi daha ölmüş.” diye geçiren İmparator morgun kapısından gözlerini ayırmadı. Kozuçak ve Lir morgun önünde bekliyorlardı. İğneden sonra çok bitkin hissetmesine rağmen İmparator da kendini dışarıya attı. Birdenbire Kozuçak belirdi, heyecan ve panik içindeydi. Kekeleyerek yarım yamalak konuşuyordu.

      – İmparator, İmparator! Evliya ölmüş, dedi.

      İmparator’un vücudunu bir anda ter bastı. O gece Evliya’yı rüyasında görmüştü. El sarması sigarasını içen Lir “İğnenin etkisinden dolayı kalbi durmuş.” dedi. Sigarasından koca bir nefes çekti. Zayıf ciğerlerini tutan öksürüğe aldırmadan “Şimdi çıkacaklar, vedalaşalım.” diye ekledi. Nedense o anda Kozuçak’ın gözleri yaşardı. “Ağlama, meğerse o da bizim gibi bir deliymiş. Deli başka bir deli için ağlamaz. Sen de mi onun bir evliya olduğuna inanmıştın?” dedi Lir. Sigarasından bir nefes daha çekti. “Sakallının olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derlemiş.” diyerek yere tükürdü.

      O sırada morga giren hasta bakıcılar ellerindeki sedyeyle telaşlı bir şekilde dışarı çıktılar.

      – Kahretsin, nereye kayboldu bu? Az evvel burada yatıyordu. Ölmüştü ve yatıyordu, dedi gözlüklü hasta bakıcı.

      Bunu duyan Lir, Kozuçak ve İmparator donakaldılar. Üçü de koşarak morga girdiklerinde cesetlerin sarıldığı beyaz çarşafın yerde atılı olduğunu gördüler. Tahta sedyenin üzerinde üstünde “Evliya” yazılı bir alüminyum parça gördüler. Burada her delinin boynunda böyle bir levha bulunurdu.

      Bu arada tımarhanede kulakları yırtarcasına tehlike sireni çalmaya başladı.

      Delilerin hepsi tımarhanenin tam ortasında bulunan meydana gidiyordu. Sirenin sesini duyar duymaz bütün deliler toplandı. Meydana önce İmparator, Kozuçak, Lir, arkasından da Cengiz Han, Büyük İskender, sonra da peş peşe Freud, Mussolini, Hitler, Ezop, Epikür, Picasso, Kant, Tais Afinskaya, Sophia Loren, Kleopatra, Charlie Chaplin, Vincent van Gogh ve diğerleri gelmeye başladı. Bu adlar onların tımarhanedeki ikinci adlarıydı. Tımarhanenin başhekimi meydandakilere duyuru yaptı:

      – Bugünden itibaren olağanüstü yönetim usulleri uygulanacaktır. Buna karşı çıkana da devamlı bir şekilde iğne yapılacaktır.

      “Tımarhanedeki bütün kitapların yakılmasını emrettim!” diye başhekim öfkeyle bağırıyordu. “Duydunuz mu?”

      “Duyduk, sayın başhekimim!” diye hep bir ağızdan deliler cevap verdi.

      Burada kural böyle. Sadece böyle cevap veriliyor.

      Dün tımarhanedeki kitaplar yakıldı. İmparator yakılan kitapların külünün içinden yanmamış birkaç sayfa buldu. Kutsal kitabın kapağı ve bir sayfasıydı buldukları. O sayfada “Tanrı’nın geleceği gün…” yazıyordu.

      İmparator külün içinden bulduğu kitabı başka birisi görmesin diye koynuna sakladı.

      Kitabı sakladıktan sonra kimseye belli etmeden küçük odasına gelirken o kitabın kapağından vücuduna geçen sıcaklığı hissetti. Külün içinden çıkarılan kitap hâlâ sıcaktı. İmparator, kitabı yatağının altına sakladı. Kitabı orada kimse bulamayacaktı. Yanmamış kâğıdı ise o gece okuyup bitirmeye karar verdi. Bu fikir onu heyecanlandırdı. İmparator Kutsal Kitabı kaldırıp alnına değdirdi ve bütün benliği ile öptü. Burnuna kül kokusu geldi, dudaklarını kitabın kapağına değdirdiği zaman ekşi bir kül tadı hissetti. Kitabı eski bir paçavra ile iki üç defa sardı ve yatağının altına sakladı.

      Evliya’nın kaybolması İmparator’un derin düşüncelere dalmasına sebep oluyordu. O, şimdi Evliya’nın nasıl bir insan olduğunu anlamaya çalışıyordu. O da kendisi gibi buraya deli teşhisi konulup getirilen bir biçare mi yoksa kerametli Evliya sadece boş gezen serserinin teki miydi? Bunun gibi endişelerin, iki derin düşüncenin ortasında kalakalmıştı. O anda İmparator’un aklına kötü bir fikir geldi. Bu acımasız dünyayı terk edip kimsenin bulamayacağı yerlere gidip kaybolmak istedi.

      İmparator bu gece de uyuyamadı.

      Uzun süre uyumadı.

      Küçük odada sağa sola yürüdü ama kafasını esir alan düşüncelerden kurtulamıyordu. Aklında çelik gibi çakılmış bir şüphe vardı. Hiç yetmezmiş gibi Evliya’nın yel gibi kaybolması, bu dünyayı terk etmesi zaten yıpranmış canını kurt gibi yiyordu.

      – Ey, lânetli gün! Dünyada insan sayısı 6 milyar… 6 yüz 6 milyon… 6 yüz bin… Altmışaltıya geldiği zaman kara şeytan uykusundan uyanacak ve ahir zaman başlayacak. İnsanlar ölü doğmaya başlayacak. Onların içindeki şeytani duyguları ayağa kalkacak ve bu dünyayı şeytanın eline vereceğiz! Uyan!

      Sol kulağının içinde yankılandı.

      Yankılanan söz kulak zarını yırtarcasına dokundu. İmparator bir türlü peşini bırakmayan bu kelimeden kurtulmanın çaresini bulmaya çalışıyordu. Bugüne kadar “Yaradan’ın kullarıyız, bedenimiz de nefesimiz de canımız da hepsi Tanrı’dan!” diyen İmparator, bugüne kadar var olan bütün düşüncelerine karşı çıktı ve kendi fikirlerinde kararlıydı. Bu eziyetli hayatı nasip eden de o Tanrı. Kaderine yazılmış çileli günler başlayalı, o kendini Tanrı’nın rahmetinden, sevgisinden, nurundan mahrum kalmış kullardan hissediyordu. Tanrı’nın sevgisinden mahrum kalan insan, hayatı boyunca zorluk çekerek yaşar, yalnızlığa mahkûm edilirmiş. İmparator, son zamanlardaki endişelerinden dolayı intihar etmeyi düşündü.

      İmparator