Sultan Raev

Tımarhane


Скачать книгу

boşuna karşılaşmadığını düşündü.

      Ölümden bu kez vazgeçse bile kafasını yoran dünkü düşünceler yine canını sıkıyor. Zorlanıyordu. En son iğne aldığında dayanılmaz bir ağrı hissetmişti ve “Benden bu kadar, ölmeye hazırım.” diye kendi kendine söz de vermişti. Şimdi ise canının, hayatının, ömrünün tatlılığını hissediyordu. Ama yine de giderek intihar etmek istediğinden emin olmaya başlamıştı. Kemerini demir ızgaraya sıkı sıkıya bağladı, ayağının altına küçük taburesini koydu, “Göz açıp kapayıncaya kadar hemen öteki dünyaya gitmek en iyisi!” dedi sonunda. Başka çaresi de yokmuş gibi geliyordu ona.

      Kemeri boynuna taktıktan sonra ilmeğini çamaşır sabunu ile iyice ovdu. Bir yerlerden okumuştu. Sabunlu ilmek canın bedenden ayrılmasında kolaylık sağlarmış.

      Halkayı tutarken korkudan elleri titriyordu. Kemeri hafifçe çektiğinde nefesi kesilmeye başladı. Hemen yukarı çekilmemesi için halkayı elleriyle tutarak biraz bekledi. Sessizce Tanrı’ya yalvarıyor, tövbe ediyordu. Ben senin kulunum diye tekrarlayarak yalvarıyordu. Gözlerinden sıcacık yaşlar akıyordu. Günahlarını affetmesini diliyordu. Bunaldığı zamanlarda Tanrı’ya yaptığı isyankâr davranışlar için pişmanlık duyuyordu. O dakikadan sonra kendini yaratıcısının ellerine bıraktı. “Bugün için razıyım.” dedi ve ayaklarının altındaki tabureyi itiverdi. Kemer boğazını iyice sıkmıştı. Ama İmparator’un ağırlığını kaldıramayıp tam ortasından koptu.

      İmparator küçük odanın ortasına düştü. Bir süre kıpırdamadan yattı. Yatağın altında o yanmamış kutsal kitabın kapağını, onun içindeki son kâğıdı gördü. Kutsal kitabı sımsıkı tuttu, iki üç defa öptü ve dayanamayıp ağladı. Sonra ölmemesinin sebebinin kopan kemer değil Yaradan’ın emri olduğunu düşündü. Kitabın bütün kâğıtları yanmış ama sadece bu kâğıt yanmamıştı. O kâğıdı okudu. “Tanrı’nın geleceği gün…”Ölmek için kemeri boynuna astığında ölmemesinin de nedeni bu muydu? O Kutsal Kitapta yanmamış bu sayfayı bulmuştu.

      Dün gece ona Evliya emanetini söylemişti: “Tanrı’nın geleceği güne az kaldı. İnsanlar yaptıkları günahlardan temizlensin, yoksa kıyamet kopacak.” İmparator onun dediklerini hatırladı. Aklına bir fikir geldi, ne yapıp edip buradan kurtulabilir, Kutsal Toprakları yalın ayak yürüyerek olsa da bulup Tanrı’dan af dileyerek günahlarından arınabilirdi. Bu fikir ona bir umut verdi. Bu fikre tamamen kendini kaptırdı. Kendi kendine söz verdi. Yalnız kendisi için af dilemeyecekti, bu uzun yolculuğa Kozuçak, Büyük İskender, Cengiz Han, Lir ve tercüman olarak kendisini iyi tanıyan Tais Afinskaya ile birlikte tımarhaneden kaçacak ve Kutsal Topraklar’a varacaklardı.

      Ertesi gün İmparator hepsiyle gizlice konuştu. Güneş doğmadan kaçacaklardı. Kozuçak tımarhanedeki Kleopatra adlı genç kızı da alalım diye tutturdu. Bu fikri İmparator zar zor kabul etti. Sonra, Tais Afinskaya’ya arkadaşlık edeceği düşüncesiyle Kozuçak’ın teklifini istemeden de olsa kabul etti.

      Güneş doğmadan yedi kişi tımarhaneden kaçtı. Beş erkek… İki kadın…

      YEDİ KİŞİ

      Sabahın ilk ışıkları çölün tam ortasında ölü gibi uyuyanları tek tek uyandırıyordu. İlk önce uykusu hafif olan Cengiz Han uyandı. Uyandı ve tatlı uykudan sonra zar zor açılan gözleri bir anda yerinden çıkacak gibi oldu. Çok şaşırmıştı, apar topar yerinden kalktı. Karşısında kurumuş ağaç gibi bir ihtiyar duruyordu. Başındaki beyaz örtüyü hafif bir sabah rüzgârı sallıyor, sakalı göbeğine kadar uzanıyor, yüzüne iyice batmış, çekik gözleri sürekli kapanıp açılıyor, bu yaşlı adamın uzun gölgesi Cengiz Han’ın yanına düşüyordu.

      Sabah uykusundan bir ürpertiyle uyanan Cengiz Han gözlerini açar açmaz bu adamın gölgesini görmüştü. İlk panikle gizemli ihtiyarın tek ayağının üstünde durduğunu fark etmedi. Ancak uykusundan tam olarak uyandığında hayretle bunu fark etti, gerçekten de bu ihtiyar bir ayağının üstünde karşısında duruyordu, ikinci ayağı ise bükülüydü. Cengiz Han bu adam doğuştan mı böyle diye şaşırdı. İnanılmaz sıcak olan çölde ağaç gibi kupkuru kalmış zayıf bir insanın karşısında öylece dikiliyor olması onu korkutmuştu. Ellerindeki damarları şişmiş, net görünüyordu, kuma gömülmüş tek ayağı kumun sıcaklığına çoktan alışmış gibiydi. Gece boyu yürüdükleri için çok yorulmuş halde burada uyuyakalmışlardı. Onun için bu adamın varlığına dikkat edememiş, her tarafa dağılarak uyumuşlardı. Diğer altısından ihtiyara daha yakın bir yerde geceleyen Cengiz Han bile bu adamı fark etmemişti. Eğer birisi görecek olsaydı bunu ilk Cengiz Han görmeliydi. Çünkü gizemli ihtiyar ona çok yakın bir yerdeydi. Tek ayağının üzerinde çivi gibi dimdik duran bu adamın varlığından bile şüphe duymayan Cengiz Han korku içinde uyanmıştı. Gizemli adama ürkmüş gözlerle bakıyordu. Onu görür görmez hemen solunda yanı başında yatan İmparator’u eliyle dürterek uyandırdı. İmparator da koskoca çölün ortasında aniden beliren adamı görünce şaşırıverdi. Bin yıllık kurumuş ağaca benzeyen adam herkesi hem şaşırtmış hem de tedirgin etmişti.

      İmparator ve Cengiz Han şaşkınlık ve tedirginlikle ihtiyara doğru yaklaştılar. Diğerleri seslerini çıkarmadan yerlerinde kaldılar. İmparator kurumuş ağaca benzeyen adamın yanına geldi. Önce bir şey diyecek mi diye gözlerine baktı. Ondan bir ses bekliyor gibiydi. Cengiz Han da gözlerini alamadan ona bakıyordu. Yanlarına Büyük İskender de geldi, morali bozuldu. Her tarafı çöl olan yerde değil insan, hayvan için bile çok tehlikeli olan bir yerde yerinden hiç kıpırdamayan ihtiyarın karşılarına çıkması yedi yolcuyu tuhaf tuhaf düşünmeye mecbur etti. Bugün onlar bu uçsuz bucaksız çölde ilk kez insanla karşılaşıyorlardı. Bu adamla karşılaşmaları onlara sonsuz gelen bu çölden kurtulmak için bir umut verdi. Çünkü bu tek ayağıyla yere çakılmış gibi duran ihtiyar buralarda, yakın bir yerdeki köyden gelmiş olabilir diye düşündüler. Yedi yolcu da bu adamla ilgili yedi farklı düşünce içine daldı.

      – İyi yolculuklar yolcu, diyerek İmparator sessizliği böldü.

      – Yolculuk nereye?

      İhtiyar, İmparator’a cevap vermedi.

      Herkes daha da şaşırmış ihtiyara bakıyordu.

      – Hey, bu adam dilsiz galiba, diyerek Tais Afinskaya ona yaklaştı. Kozuçak bir taraftan ihtiyarın yüzüne bakıyor diğer taraftan da mırıldanıyordu: “Belki de sağırdır!”

      – İnsan kılığına girmiş şeytan olmasın bu? Lir sesi titreyerek konuyu değiştirdi.

      – “Ama niye bir ayağının üstünde duruyor? Belki, yoga yapan birisidir.” diye Kleopatra, ihtiyara gülümseyerek baktı. “Onlar da meditasyon yaparken bir ayağının üstünde dururlar.”

      – Çölde… Yapayalnız… Hangi aptal yoga yapacak ki, dedi Büyük İskender.

      – Bu, çölün sahibi değil mi, diye sordu Büyük İskender.

      – Kahrolası, hangi dilde konuşuyor acaba? Tais Afinskaya ihtiyara gözlerini dikti. “Gözleri canlı. Bu bizim dilde değil başka bir dilde konuşan birisi galiba. İngilizce biliyor musun? Arapça konuşabiliyor musun?” diye ihtiyara sorular sordu Tais Afinskaya. İhtiyar seslenmedi.

      – Ya, bu Hz. Musa’yı takip eden Yahudilerden biri olmasın sakın? Hi hi hi…

      – Tais Afinskaya iğrenç bir şekilde yersizce güldü.

      İhtiyar kıpırdamadan, gözünü bile kırpmadan bakıyordu. Onun ölmediği gözlerinden belliydi.

      – Bu lânet olası, tımarhaneden bizden önce kaçmış olmasın? Yüzü yabancı değil, dedi Lir. “Elinde bir