Osmanakun İbraimov

Devrin En Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov


Скачать книгу

Altınay, üzülme. Ve olan biten her şeyi unut ve bundan sonra da hiç hatırlama. Yıkan Altınay, iyi gelir, tamam mı?

      Belki bir Freud hayranı buradan, bu sahnelerden bütün hikâyede olduğu gibi pek çok gizli ipuçları ve imalar bulurdu. Ama sanatçı Aytmatov’un kültüründen bahsedecek olursak Hemingway ve onun estetiği “Buzdağı”, estetiği okuyucunun hayal gücünü göz önünde bulundurarak bir takım dokunuşlara çok fazla önem vermektedir. Öğretmen ve öğrenci arasındaki öykü bu şekilde anlatılır. Kesinlikle onları derin hisleri bağlar fakat bununla ilgili bir şeyden bahsedilmez. Bu duyguya aşk denir ve aşk da trajiktir. Çok fazla engeller, yasaklar, tabu sistemi bulunmaktadır: öğretmen ve öğrenci, ulusal önyargılar, zorla evlendirilen kadın, bakirelik ve çok daha fazlası.

      Böylelikle gündelik olayların Aytmatov’un kalemi altında yüksek trajedinin seviyesine kadar ulaştığı tekrarlanabilir. Evet, Altınay gerçekten kurtarıldı ve hayatta hiçbir şeye sahip olamamış binlerce yetimin kaderini yaşamadı. İyi bir eğitim aldı, ülke genelinde tanınmış bir insan oldu, lakin kalbindeki acı ve üzüntüsü daim kaldı. Taşkent’e giderken tren istasyonunda vedalaşan Altınay, Düyşön’e diyor ki: Tren tüneli geçti ve hızla ilerledi. Beni Kazak bozkırlarının ovalarına doğru ve yepyeni bir hayata taşıdı…

      Elveda öğretmenim, elveda benim ilk okulum, elveda çocukluğum, elveda benim ilk ve hiç kimseye bahsedemediğim aşkım.

      Bu arada, devrimci temaya, eğitim temasına, Kırgız edebiyatının içinde Cengiz Aytmatov’un ortaya çıkmasından çok önce bahsedildi. 1920’lerde gerçekleşen bir dizi eserden bahsedilebilir. Bunlar genellikle Kırgızistan’daki kültür devrimi dönemi eserleri olarak adlandırılır. Kollektivizasyon zamanı, okuma yazma bilmezliğin ortadan kaldırılması, kurtuluş savaşı yıllarının edebiyatında çok başarılı bir şekilde çözüldü. T. Danktoşev’in “Kanıbek”, K.Tanombayev’in “Kendi Gözlerimle”, K. Bayalinov’un “Kurman Vadisi” adlı eseriyle “Temir” ve “Dağlar Arasında” gibi kitapları yazmak yeterlidir. Bu ve bu zamanın diğer yazarlarının yaratıcılığının estetiğinin açık bir şematizmle işaretlenmesi başka bir konudur. Bir kural olarak, kahramanı ya -kahraman imajında (örneğin, K. Cantoşev tarafından isimlendirilen romandan aynı Kanıbek olarak) ya da mevcut gerçekliğin zorluklarının kurbanı olarak ortaya çıktı. Bu, mesela T. Sıdıbekov’un “Dağlar Arasında” adlı romanından Samtir’dir. Kırgız edebiyatındaki ilk “küçük adam” olan Samtir’in imgesi bazen küstahça, kimi zaman naif yönüne dokunmakla birlikte, her türden bireysellikten yoksundur. Tek kelimeyle, kanonik formda sosyalist gerçekçilikte idi.

      Sovyet edebiyatının bu temel “yöntemi” hakkındaki argümanlara girmenin hiçbir anlamı yoktur, sadece tartışmasız lideri Cengiz Aytmatov’un Kırgızistan’a dönüştüğü neslin, bu normatif estetiği kökten dönüştürdüğünü söylemek yeterlidir. “İlk Öğretmen” hikâyesi, bunu en doğru şekilde ifade ediyor.

      “Yerel Komünistler”in bile (Duisheng’in yerel eleştirmenler tarafından oybirliğiyle öne çıkardığı gibi) tutkuyla ve içtenlikle yazabileceği ortaya çıktı. Hem Kırgızistan’ın hem de sınırlarının çok ötesinde neredeyse tüm eleştirmenlerin, yazarın yeni çalışmasında, daha önce geri kalmış halklar üzerindeki Sovyet iktidarının esası hakkında, aydınlanmanın zor işleriyle ilgili bir anlatı gördüğü de karakteristik olarak ortadadır. Çok geçmeden Andrey Konchalovski, üzerinde büyük bir seyirci kitlesine sahip olan bir film yaptı. Jean-Paul Sartre kendisi bizzat ona cevap verdi. Ancak hikâyenin iyi dilekçilerinden birkaçı, komünist öncülerinin kaderinin, tarihsel bir drama, hatta bir trajedi olarak temsil edilmesine dikkat çekti. Ayrıca, “İlk Öğretmen” Aytmatov’un konuya ilk olarak değindiği, daha sonra onun için temel bir tema haline geleceği – hafıza teması olduğu da dikkat çekicidir. Kalbin tarihi ve hafızasının anısına yaptı bunu.

      1960’lı yılların başlarındaki ilk yayında okuyucular ve eleştirmenler, her şeyden önce kamusal notaları yakaladılar. Yeni nesillerin, son derece zor koşullarda, yeni bir hayatın temellerini büyük fedakârlıkların maliyetine bırakanlara, ahlâkî görevlerini yerine getirme çağrısı var idi. E tabi, doğal olarak, bu romanın kökeni hakkında lirik ve psikolojik bir anlatı olarak vardı bu durumlar. Ne denilebilir ki, bu okumada bir gerçek vardı; ilk icraatların gerçekten gurur duyulacak bir yanları vardı ve en azından yeni ve çok etkili bir eğitim sistemi vardı. Yazar ayrıca onun diyetini ödedi. Fakat o zaman bile Aytmatov, tarihsel bilinç kaybı, sistemin temelleri içinde kök salmış bazı ahlâkî zararlardan dolayı sıkıntıdaydı. Hikâyedeki görüş açısı önemli ölçüde değişti. Yıllar önce gerçekleşen hikâye, kalplerde “sağlam izler” bırakan ve insanların kaderini bozan bir trajedi olarak okundu.

      “Perestroyka (yeniden yapılanma)” yıllarında, okuyucunun algısında, hikâyenin temasının arka plana düştüğü, bir arka plan değerine dönüştüğü ve iki insanın sembolik kaderi – Altınay’ın ve Düyşön’ün, hayat dramı – mücadelesinde, sosyal haklarını kişisel olarak feda ettiler.

      SAVAŞIN DESTANI: “ANAYURT” VE “YÜZ YÜZE”

      Yüzyılların bir bilgeliği vardır ki biz de biliyoruz: Hayattaki tüm güzel şeyler için her zaman bir şey ödersiniz.

      Cengiz Aytmatov’un yaşamını yansıtan, sizden, çok farklı ve genellikle zıt yönlerde esen rüzgârlarda nasıl evrildiğini düşünürüz.

      Bulutsuz çocukluk, babasının tutuklanmasıyla azgın bir şekilde yırtılmış, aşağılanma ve hayatta kalma yılları içinde mücadele ile doludur. Büyükşehir ve başkent Moskova ve de uzaklardaki Talas.

      Küçük bir Kırgız köyünde geçen ergenlik dönemi… Küskünlük, üzüntü ve basit, ama inanılmaz nazik ve sempatik insanlarla tanışmak, ona “hoşgörülü” olduğu gibi, “emekçi”nin güzelliğini anlatmak. Buna ek olarak, onun tanrısı gerçekten de kafasının bir başkasının üzüntüsünü kendisinin algılaması için inanılmaz bir yeteneğe sahip olduğu anlamında okşadı ve ona inanılmaz bir yetenek verdi. Cengiz’in bir başkasının baş belasıyla ilgili olarak son derece hassas olduğu, bir tür duygusal filmi seyrederken gözyaşlarına boğulma alışkanlığı olduğunu önceki bölümlerde de konuştuk. Ve kökenleri tanımanın mutluluğunun – halkın konuşmasına, figüratif sözcüğüne, Rus-Kırgız edebiyatına ve kültürüne ve herkesin üzerine düştüğü savaşa ve henüz bitmemiş olan üzüntüsüne de göz attık. Bu özellikleri ve nitelikleri düzenli kahramanlar üzerinden değil, hangi şarkılardan ve şiirlerden beslendiğini gördü, ama sıradan insanlarda, sıradan günlük hayatta kendini ayakta tutan pek çok şeyi en iyi şekilde yakaladı.

      Aytmatov’un savaşın zor zamanlarını ve askeri yılları şöyle hatırlar: “Savaş başladığında ben on üç yaşındaydım. Bu benim neslim için yeni bir dünyanın kapısını açtı. Şimdi kendime inanamıyorum, on dört yaşındayken zaten Köy İhtiyar Heyetinin sekreteri olarak çalışıyorum. On dört yıl içinde, büyük bir köyün ve çeşitli savaş dönemlerinde bile hayatın en farklı yönleriyle ilgili oldukça karmaşık sosyal ve idari sorunları çözmek zorunda kaldım. Bunlardan benim için en zor ve korkunç olanı birinin ailesinden birisi savaşta öldüğünde gönderilen ve aileye iletilmesi gereken kara kâğıt yani “kara haber celbi” olarak adlandırılan haberleri ailesine vermekti.

      …En korkuncu bu kara kâğıtları aile yakınlarına dağıtmaktı. Her ne kadar yaşlıların haysiyetiyle ilgili acı haberleri yaşlı aksakalları bilgilendirmiş ve ölenlerin tüm aileler tarafından yasını tutmuş olsalar da, kara kâğıt, “kara haber celbi”, tarafımdan teslim edilmek zorundaydı. Hemen değil, umutsuzluk ve ıstıraptan sonra. Yine de, eski sekreterimden miras kalan resmi avuç torbadan,