Oğulmaya Saparova

Hayma Ana


Скачать книгу

      Oğulmaya Saparova

      Hayma Ana

      BİRİNCİ BÖLÜM

      “Tufandan Önce..”

      Karlı dağların başında

      Salkım salkım olan bulut

      Saçın çözüp benim için

      Yaşın yaşın ağlar mısın

Yunus Emre

      ‘Koyun yılı; kavgalı olurmuş!’ denilir ya, pek doğru imiş… O yandan, bu yandan gelen haberlerin hepsi de birbirinden kötü idi:

      “Yassı yüzlü, yumuk gözlü Yecüc Mecücler, Kaf Dağını tepip geçmişler.”

      “Moğol denilen kısa boylu, bodur düşman geliyormuş.”

      “Eline düşenin omurgasını kırıyormuş.”

      “Gözleri tırmalanıp açılmış gibi Moğollar, sarsılmaz büyük Harezm’i yakıp yıkmışlar, Horasan’a da bu sabah geleceklermiş.”

      Bu türden haberlerin duyulmasından beri halkın huzuru kaçmıştı. Gören duyana, duyan duymayana haber verince günden güne Türkmen obalarına da yayıldı. Önceleri gelip geçen kervanlar olurdu, develerin boyunlarındaki çan sesleri yarım günlük yoldan duyulurdu. Artık onların gelmesi kesilmişti. Cüveyn’den katırlı, eşekli kervanlarla tüccarlar da gelmiyordu. Yoksa olan biten bütün haber onlarda idi. Yol kesen eşkıyaların yaptıklarından, tâ Çin padişahına dair havadislere kadar yeni haberleri, obalar bunlardan öğreniyordu. Şimdilerde iki-üç aydır, Yecüc Mecüclerin Harezm’i istila edip yakıp yıktıklarından, Horasan’a gelseler aynı şeyleri yapacaklarından başka bir duyum yoktu.

      Bu haberi dibinden bucağından öğreneyim desen bile, ne gelen var ne giden. Ne haber var, ne hatır soran. Tedirginlik ve sessizlik…

      Bu sessizlik, tufan öncesi bir sessizliğe benziyordu.

* * *

      Kalecik obasının ortasındaki beyaz evin çevresine bağlanan atlar, dışarıda kurulan kazanlar obalılar için yeni bir şey değildi. Çevredeki obaların yaşıuluları, aksakallıları, kethüdaları, hanları, beyleri Türkmenlerin arasında önemli bir mesele olsa bu evde toplaşırlardı. Bazen evin içinden yükselen gür ve hararetli sesler, gecenin bir yarısına kadar işitilir dururdu. Hangi obayı eşkıya basmış? Kimin adamı, kimin malı gitmiş? Bu eşkiyalar nereden gelmişler? Esirleri hangi yolla azat edebiliriz? Hangi obadan kaç yiğit gitmeli? Savaşıp da mı almalı, yoksa takas mı etmeliyiz? Hangi obanın buğdaya, arpaya ihtiyacı var? Kısaca kan meselesi, din meselesi, esir meselesi gibi çözülmesi gereken bütün meseleler bu beyaz evin ocak başında çözülürdü.

      Obalılar bu eve, ‘Yasağ Öyi’ diyorlardı. Yasa evinde verilen kararlara, herkes boyun eğmek zorunda idi. Ancak bugünkü görüşmede evin içindeki konuşmaları değil dışarıdakiler, içindeki adamların kendileri bile zor duyuyordu. Fısır fısır yapılan konuşmaların arasını Kaya Alp’in gür ve heybetli sesi kesti:

      – “Epey bir vakitten beri kulağımıza gelen duyumlardan hepimiz haberdarız. Öyle anlaşılıyor ki Moğol denilen belâ, at sürüp talan edip gelmektedir. Bent yıkıp su bastırıp aldığı yer de var, kale basıp kan kusturup aldığı yer de. Ben ben diyen koç yiğitlerin omurgasını kırıp, ölenden-gülenden edip bıraktığı yer de var. Gelenden geçenden sorup haber alalım desek, gelen geçen de yok. İrtibat kesildi. İşte, aramızda, daha dün Kalecik’e gelen Derviş Bulunç’tan duyduklarımı söyledim. Kendisinden de duyarsınız diye, sizi bu gün görüşmeye çağırdım. Buyrun, burada görüşelim, tartışalım. Ne yapılması gerekiyorsa, biz de sizinle beraberiz. El ile gelen, düğün bayramdır. Başa geleceği, göz görür. Biz de kuyruğumuza basılıncaya kadar habersiz yatmayalım. Oğuz maslahatını yerine getirelim. Hadi, Bulunç Divane görüp duyduklarını anlat!”

      Sırtındaki hırkasının sarkmış yerlerini okşamakla meşgul Derviş Bulunç(*), kendisine yönelen soru dolu gözlerle karşılaştı. Belindeki kuşağı biraz gevşetti. Boynundaki torbayı çıkarıp yayılıverdi. Gözlerini aşağı indirip oturduğu kara keçeyi tırmalamaya başladı. Kendince konuştu:

      “Divane geldi eşikten,

      Su verin dolu meşikten.

      Kırklardan, Ciharıyâr’dan dem olsun

      Ya Hu! Ya Hak!

      Önü haylı dünya, sonu vaylı dünya!

      Yığdıklarımız, biriktirdiklerimiz

      Canımıza düşman dünya..”

      Ben de gördüm desem, yalancıyım. Semerkant’tan döneli üç bahar, üç yaz, üç güz, üç kış geçti. Yola çıkmadan önce de güllük gülistanlıktı. Semerkant’ın pazarında kuş sütünü bile bulmak mümkündü. Çin’den Maçin’den gelen kızıl-ala ipekler dünyaya yeter de artar gibiydi.

      Bir ay önce Nişabur pazarında idim. Medet Divane ile karşılaştım. Yenileyin Semerkant’tan gelmiş. Moğol’u görür görmez kaçmış. Derviş, kalender, divane, abdal görseler kuşku duyup ‘Harezm’in, Horasan’ın casusudur’ diyerek dört ata bağlayıp dört parça ediyorlarmış. ‘Yam’(*) denilen casusları, habercileri var diyor. Atları yorulmak bilmiyormuş. Yerin altında yılan sürünse, casusları bilirlermiş. Toprağı bereketli Harezm’i, tıpkı yumurta yuvarlayacak şekilde dümdüz etmişler. Yüzleri de Horasan’a doğru, demişti. Horasan’da da kendini toparlayana saldırıyorlar. Tus’da, Nişabur’da, Merv’de Moğol’a karşılık vermek için eli kılıç-yay tutan, kalkan tutan kim varsa bekleyip duruyor. Gördüğüm de duyduğum da bunlar. Fazlası yalan olur.

      Bilmiyorum bu neyin kavgası, neyin mücadelesidir? Bir karış kara toprak, bir gün senin leşine mekân olmayacak mı? Sığmadınız mı desene öz yurduna?

      Yâ Hu! Yâ Hakk!.

      Karun malı gibi dünyayı yığnayanlar kaygılansın, düşünsün. Ne kaçabilirler, ne de kalabilirler. Kalsalar tutulacaklar, kaçsalar kurtulacaklar. Vah! Malı, dünyayı neylesin? Ömür beş günlük, dibi boş. Giderken götüreceğin iki kulaç kefen bezi, yığdığın Karun malı.

      Hey, hey adamlar! Kara toprak döşek, gökyüzü yorgan değil mi? Sizin ipek kumaşlarınızdan kime fayda oldu.

      Moğol kapıda, bela tepede..

      Hu Hak!

      Divane geldi eşikten,

      Belâ gitsin deşikten…”

* * *

      Bulunç Divane, torbasını tekrar boynuna astı, yerinden kalktı. Asasına dayanarak evden çıkıp gitti.

      Evdekiler birbirlerine baktılar. Haber, duydukları gibiydi. Bulunç Divane’nin son sözlerine yalan diyecek kişi çıkmazdı. Dağların arasında sürü sürü develer, sığırlar, koyunlar, keçiler var; buradan göç etmeye kalksan, hangisini alıp hangisini bırakacaksın?

      Evdekileri ağırdan ağıra bir endişe sarmaya başlamıştı. Deli Dovul yumruğunu yere vurdu:

      – “Beğler! Düşmandan kaçarak yaşamak olmaz. Gelseler, geldiklerini görürüz. Oğuz neslinin; ‘Namertçe olalım, sağca kalalım’ dediği duyulmamıştır. Biz kaya parçaları gibi buralardan ayrılıp şu katırlı Moğollardan kaçarsak, yurdumuzu – obamızı terk edersek hani bizim Türkmenliğimiz? Oğuz Atamızın şanını yere düşürürsek, atalarımızın ruhu incinmez mi? Bir dervişin; “dümdüz etmiştir!” dediğine inanıp da kaçıvermek olur mu? Kaçmaya kalksak, nereye gideceğiz? Kucak açıp gel diyen mi var? Ölsek de kurt olup ölelim, tilkilenmek bize yakışmaz. Bir karış toprak için ölüne ölüne gelmedik mi? Biz de onlardan biri oluruz.”

      “Doğru söylüyorsun Deli Dovul! Bir kara canın olsa da kaçıversen, gidiversen; yurt düzelince dönüp gelsen. Peşinde çoluk çocuk, mal, toprak… Önceleri hangi oyunları oynadıysak, şimdi de aynısını gösteriverelim. Şu dağlara düşman sokmadan yaşamışız bu zamana kadar. Geleni geri çevirdik. Yamyamını da gördük, Moğol’unu da…”

      “Bu dağlara onların atı da, katırı da dayanamaz. Onlar bizi bulup öldürünceye kadar biz onlara, kurt avını nasıl avlarmış gösteririz.”

      Konuşmalara katılmayan ancak söylenenleri dikkatle dinleyen Sergin Koca söze girdi.

      “Biz