Sonunda kara bulutlar yarıldı, ğöğün gazabı da diğer yandan. Yıldırım çakması ve göğün gürüldemesiyle ortaya çıkan sesin dağlarda yankılanması çok şiddetli oluyordu. Obadakiler, başlarına dağ yıkılacak gibi, korku içine ellerini başlarında tutup kalıyorlar; kadınlar yetişebildikleri kadar evlerinin açık yerlerini kara keçelerle kapatıyorlardı.
– “Tövbe Allah’ım! Eğer bu haliyle akşama kadar yağarsa, dünyayı sel alır. Yiğitler sağ-salim bir gelseler, Allah rızası için, erlerin pirlerin yoluna, Baba Kızıl Evliya’nın yoluna yedi kapıya yedi sofra paylarım..”
Aysenem gelin:
“Vay, Süleyman’ın ninesi! Siz şimdi on beş günden beri teknede, sofrada çörek koymadan dağıtırsınız ha! İnşallah gelirler. Kaygı etmeyin. Siz daralsanız, bizim elimiz, ayağımız gevşer..” diyerek, yaşmak altından fısıldadı.
“Amin! Gelirler. Dua edin yine de. Yarın şafak atar atmaz, yağmur durmazsa hamur yoğuruverin. Ziyaretine gittiğim Derviş Ata’nın yoluna yedi çörek sözü vermiştim.”
Burla nine gelinlerinin her birine bir iş buyurup, kendi işine koyuldu. Hünerli elleri işe koyulsa da ne yapıp ne ettiğini pek bilmiyordu. Aysenem, Kalecik’in çevresindeki yollara gidip geldikçe yorulmuştu. Tek düşüncesi on beş gündür yolunu beklediği oğlu Süleyman’dı. Gelmesi gereken gün geçtikten sonra, gece it ürüse koşup dışarı çıkan Aysenem’nin aklına kötü kötü düşünceler geliyordu.
“Neden yatmıyorsun?”
“Gelmediler de! Yüreğim sızılıyor. Hayrolsun.”
“Gelirler. Süleyman ile Tanatar önceleri de ava giderlerdi. Yanındaki yoldaşları yol iz bilmeyen kişiler değil. Cüveyn uzakta değil. Bak görürsün, onlar mutlaka kesin bilgilere erişmek için Nişabur’a kadar uzanmışlardır. Veya dağ dere yağmurlu yağışlı diyerek Çakır Bayat da yola salmamış olabilir. Kadir kıymet bilen dosttur o.”
“Memleket esenlikte olsa, başı dik olsa aylarca gelmese de kaygılanacak değiliz ya.”
“Memleketin ferahlık devri mi var Aysenem? Git yat, inşallah gelirler.”
Kaya Alp, kethüdaların kendisiyle görüşmek için bekleyip durduklarını biliyordu. “Cüveyn’den kesin bir haber alamadıklarından Nişabur’a mı gitmişler ki? Yoksa gelmeleri gereken süre çoktan geçti. Eğer yarın da gelmezlerse, peşlerinden bir adam salmamız gerekir.” diye içinden geçirdi. Aysenem, onun düşüncelerini okumuş gibi;
“Daha olmadı peşlerinden adam göndersen!”
“Olur. Sabaha bir çıkalım. Allah yol verirse, yarına kalırsak, yapacağım o…”
Şafak vakti, atların ayak sesleri obada duyuldu. Kaya Alp’in kapısına gelen dört kişi atlarından indiler. Kaya Alp, alaca karanlıkta onların kim olduklarını seçemese de, Süleyman’ın atının sırtının boş olduğunu görüp tedirgin oldu. Atın yanına giderek yularını tutup boynunu kucakladı.
– “Hayt, hayvancağız! Sahibini nerelerde koydun? Süleyman? Yiğitler! Hani Süleyman?”
“Kaya dede! Süleyman gelmedi mi? İki gün oldu, biz onu kaybettik. Çakır Bayat’ın evinden çıkıp geriye döneceğimiz sıra, gün kuşluk vakti yağmur durdu. Derelerden gelen sellerden kaçıp hepimiz tepenin üzerine çıktık. Nuh Tufanından daha da beterdi! Su gelmeyen dere, sel akmayan çay kalmamıştı. Bir yer bulup yattık orada. Sabah kalktığımızda Süleyman yoktu. Uzağa gitmiştir desek, atı Karayel, dışarıda duruyordu. Dışarılar geçilecek gibi değildi. Şimdi gelir diye bekledik. Sular çekildikten sonra etrafı dolaştık. Yağmur-yağış yüzünden iz de yok. Bir yerde obaya taraf batıp giden izleri görüp vazgeçip dönmüştür, diyerek geldik. Gelmediyse nereye gitmiş olabilir! Onun bizi bırakıp, Karayel’i bırakıp gitmeyeceğini düşündük ama.. Nerede ki! Ne yapsak ki!?”
Tanatar’ın sesi daha ezik ve cılız çıktı. Örcen Böke kızgın kızgın kılavuz Miriş’in yüzüne baktı.
– “Ayak izleri obadan yana gidiyordu dedin ya! Çoban çocukların ayak izleri olmasın! Bu iz, Hatap ustanın diktiği çarığın izidir, demedin mi?.O da bizi arayıp yola düşmüştür, demedin mi!”
Kaya Alp, delikanlıları sakinleştirmek için;
– “Eğer, Korkut Dağından bu yana geçmiş olsa, inşallah gelir. O dağlara, o yollara alışkındır koçum. Ayak izini gördüyseniz, tan atmadan kalkıp dumanın içinde kalmıştır. Döner gelir.”
Dese de, dedi ama içinde kopan sıkıntı, içinde depreşen tufan dünkü tufanın işi değildi. Dışına vurmak istemese de evdekiler, yiğitlerin konuşmalarını duyup ağlaşmaya başladılar. Burla ninenin sesi, onların seslerini bastırdı:
“Bırakın artık. Niçin kötüye yoruyorsunuz? Önceki tufanda biz oturduğumuz yerde komşudan haber alabildik mi? Selden, sudan dolaşmıştır; kayadan, dağdan geçmiştir. Duydunuz ya, yaya kalmış. Gelir yiğidim. Bu dağları ilk defa görmüyor ki o. Dağda doğmuş kartalımdır o benim. Bakın, görürsünüz; laçin kuş gibi sabaha kadar gökyüzünden iner gelir. O yoldaşlarından ayrı düştü diyerek ağlayacaksak, o zaman bu obanın haftalardır, aylardır evine gelmeyen avcı yiğitlerinin annesinin, bacısının gözyaşlarını ne yapacağız! Süleyman dağ koçudur. Kalkın haydi, yiğitlere sıcacık süt verin. Haberini bekleyelim..”
Burla ninenin söyledikleri sadece evdekilerin değil, Süleyman’ın yoldaşlarının da, Kaya Alp’in de yüreğini genişletti. Herbiri içinden;
“Doğru söylüyor. Süleyman dağda doğmuş, dağda yetişmiş yiğittir. Böylesi yağışı ilk defa görmüyor ki! Bir yerden çıkar gelir.” diyordu.
Delikanlılara, kara kazanda kaynamakta olan kaymaklı sütten taslara koyup getirdiler. Yolda aç susuz kalan delikanlılar, birbirleriyle yarışırcasına süt dolu tasları başlarına diktiler. Önlerine konulan sarı yağı adeta görmezlikten geldiler! Karınlarını doyurduklarında, karşılarında bağdaş kurmuş oturan Kaya Alp’in onları dikkatle seyrettiğini görerek, yaptıklarından utandılar. Bir-iki günün açlığına dayanamayarak Süleyman’ı bırakıp gelmiş gibi yürek yakıcı bir düşünce içlerini kavurmaya başlamıştı. Burla nine yine sıcak çörek uzattı. Kimsesinin eli çöreğe uzanamadı. Başlarını öne eğerek öylece durup kaldılar.
“Hadi yiğitler! Artık yediğiniz, içtiğiniz sizin olsun. Gördüğünüzü, duyduğunuzu anlatıverin. Hem de baştan sona. Kimi gördünüz, neler duydunuz? Bulunç Divane’nin söylediklerinde gerçek payı var mı? Doğru mu? Yurtta neler konuşuluyor?”
“Sizin tarif ettiğiniz üzere, obadan çıkıp akşama Çakır Bayat’ın evine vardık. Geceyi burada geçirdik. Çakır Bayat, bizi söylediğinizden daha da iyi karşıladı. Ertesi gün yola düştük. Çoğanlı denilen geniş bir vadiden geçerken, önümüze Selçuklu’nun üç askeri çıktı. Yolda tutup sorguya çektiler. Seferimizin sebebini belirttik. Bulunç Divane’nin anlattıklarını onlar da bir bir anlattılar. Askerlik için adam topladıklarını, eğer istersek bizim de katılabileceğimizi söylediler. Onlardan duyduklarımızla yetinip dönelim dedik. Ancak Süleyman, Cüveyn’e varmadan dönersek olmaz deyince, yola devam ettik. İkindi yaklaşırken Derbent’e yettik. Derbent’e kervansarayda kalmak niyetiyle varmıştık. Kervansarayda kalmak şöyle dursun, çevresinde bile yer yoktu. İki aydan beri gelip geçmeyen kervanların yolunu gözleyen yolcular bekleşip duruyordu. Sanıyorum onlar nereye gideceklerini kendileri de bilmiyordu. Harezm’i Moğol alırsa Şam’a, Şirvan’a gidiverelim diyenler de var, Rum diyarına gitmek gerek diyenler de. Biz de obada Derbentli Merdan denilen bir adamın evine misafir olduk. Merdan, önceleri Selçuklu’da tımarlı sipahi olarak