Oğulmaya Saparova

Hayma Ana


Скачать книгу

gelenle gidenle görüşüyor. Bir tandır çörek pişirsen de biz gidip geliversek, ne dersin? Miriş, Süleyman, üçümüz gitsek olur. Yaşadığı yer uzakta değil.”

      Burla nine, yün dittiği elindeki incecik çubukla Tanatar’ın arkasına yavaçca vurdu. Ninesinin feri zayıflamış gözlerinin titrediğini fark eden Tanatar donup kalmıştı. Torunlarına el kaldırmayı bırak, onlara gelinleri bile el kaldırsa gün boyu söylenip duran Burla nine, bu defa Tanatar’a ikinci defa el kaldırdı.

      – “Senin de Miriş’in de başka işiniz mi yok? Torunumun canını, başını kurtarmıştır; vakti gelince, Allah razı olsun demeye senden büyükler giderler, söylerler. Siz gidin yasa evinin yanlarında durun. Kuşçu Sofi, sizin teşekkürünüze bekleyip durmuyor…”

      “Nine! Süleyman bir aydır evden çıkmıyor. Karayel de kazığında yaşlandı. Süleyman’ın içi açılır, atını rahatlatır. Dönüşte sana ırgay(*) ağacından yün ditme çubuğu getiririz. Bulabilirsek alvancık(*) otundan mayalık da getirelim. Hani geçen sefer, hamur mayamız eskidi demiştin ya. Bu yıl alvancığa gitmeye kimsenin vakti değecek gibi görünmüyor. Biz getiririz, olur mu?”

      “Hmm. Tamam da amcan Alp sorarsa, ben ne derim. Siz hazırayak delikanlılarsınız, o oba bu oba gönderecek olsalar ne cevap vereyim. Yoksa Kuşçu Sofi’ye teşekkür etmek bizim boynumuzun borcu…”

      Ninesinin gitmelerine razı olacağını sözlerinden anlayan Tanatar, Burla hanımın bir o yanına, bir bu yanına geçerek durmadan konuşyordu.

      – “Nineciğim! Bir gün yeter. Alp amcam sorarsa, hamur mayalık aldırmaya gönderdim, dersin.”

      – “Olur, varın gidin. Kuşçu Sofi’ye de selam edin. Şimdilerde obalarda toplanılıyor. Geçen geçti deyin. Eğer kendi obasına gitmek istemezse, buraya gelsin. Burla hanımın obasında ona uygun bir yer bulunur deyin. Moğol belasının geleceğini söyleyin. Bir başına kurda kuşa yem olmasın töresizler gibi. Ancak bir ayağımız burada, bir ayağınız orada olsun. Tez gelin..”

      “Tamam, Ninem can! Söyleriz. Kabul ederse de alıp döneriz.”

      “O zaman ben size çörek vereyim. Hem yolda yersiniz, hem de Sofi’ye hediye olur. Haydi, git de kamışlı gölgeliğe serdiğim süzme yoğurt kurudu ise al gel. Torununa göndereyim.”

* * *

      Delikanlılar, Burla ninenin sarıp sarmaladığı bohçayı heybeye atıp yola çıktılar. Obadan çıkar çıkmaz atlarını kamçıladılar. Önce Ballıkaya’yı, ardından gün aşmadan Kuşçu Sofi’nin evini bulmaları gerekiyordu. Her ne kadar acele etseler de Süleyman’ın kaybolduğu yerlere ancak öğleye doğru ulaşabildiler. Cüveyn’den dönüşlerinde sisten, dumandan başka bir şey görmemişlerken bugün çevredeki her yer apaydın, gözlerinin önündeydi. Kayalar, dağ sırtları uzayıp gidiyordu. Her birinin bir adı var. Hangisinin Ballıkaya olduğunu nereden bileceksin? Bütün ümitleri, kılavuz Miriş’te idi. Geldiklerinden beri gözü yerde olduğu halde hiçbir iz kestiremiyordu.

      – “Buradan uzaklaşmamıştım ki ayağım kaydı, şu dereye yıkıldım. Sel sularına kapılınca dere boyunca sürüklenmiş olmalıyım. Dere akıntısına doğru gidersek, belki bir ize, bir yola rastlarız.”

      – “Doğru söylüyorsun Süleyman! Dere boyunca gidelim.”

      Dere içinden atlarının yularlarını tutup yürürlerken bir köpek sesi geldi. Sesin geldiği tarafa yöneldiler. Dereden çıkıp yüksek bir bayırın üstüne ulaştıklarında, karşılarında kendilerine bakan, başı kazan gibi, kulağı-kuyruğu kesik bir köpeğin durduğunu görerek geriye çekildiler. Köpek havlamasını kesmiş onlara bakıyordu. Ürküp geldiği tarafa yöneldi. Gelenlerin zararsız olduklarını hissetmiş olmalıydı. Delikanlılar da çekine çekine köpeğin peşinden, atlarının yularından tutmuş yürüyorlardı. Köpek ara sıra geriye dönüyor, “geliverin” dercesine yoluna devam ediyordu. Uzakta bir çatma çadır gördüler. Arkadaşları soran bakışlarını Süleyman’a çevirdi. Süleyman, “Ha!” deyip başını doğrulttu.

      – “Bu ev, Kuşçu Sofi’nin eviydi!”

      Eve yaklaştıklarında önlerindeki köpek ürümeye başladı. Sahibine haber veriyordu. Evden çıkan ihtiyar, gözlerini elleriyle siperleyip gelenleri uzaktan seçmeye çalıştı. Atlarının yularını tutup gelenlerin hızlı adım atışlarından gençler olduğunu anlamıştı. Çok geçmeden de eve yaklaşanların arasında Süleyman’ı görerek kollarını açtı.

      “Oho- hov.. Maşallah.. Ayağa kalkıp ata binmeye mi başladın koçum! Kurt Tabib’in eli iyidir gerçekten. Eceli yetmeyene yetmiş iki yerden ok değse iyileştiren tabiplerdendir o. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Şu Alabay itim bir yerlere kaybolup gidiverdi demiştim, geldiğinizi görüp karşılamış. Bu asil bir köpeğin eniğidir. Bir günlük yoldan gelen misafirimi karşılar. Konuğun niyetini, iyisini-kötüsünü kokusundan bilir. Süleyman’ı tanımıştır. Yoksa sizi buralara asla getirmez. Alabay yanımda oldukça yalnızlık hissetmem. Maşallah, yanımda oba var gibi. Boşa ürümez. Bu vakte kadar koyunuma, keçime kurt dadanmamıştır.”

      Kuşçu Sofi, Alabay’ın başını okşadı. Köpek, sahibinin kendisinden hoşnut olduğunu hissetmiş olmalı ki ayaklarını yaladı. Delikanlılar, atın sırtındaki heybeyi indirdiler. Kara keçelerden yapılan, duman isi sinmiş çadıra girdiler. Çadırın ortasındaki ocağa konulan etin kokusu iştahlarını açtı. Tanatar, heybedeki çörekleri ve süzme yoğurdu; “Ninem, torununuza gönderdi” diyerek uzattı. Kuşçu Sofi, hediyeleri kıvançla kabul etti. Ocakta kaynamakta olan etli çorbayı, ağaç çanağa dökerek içine Burla ninenin gör-derdiği çöreği doğradı. Tıka basa doydular.

      Gün gecikmişti… Dışardan yine Alabay’ın sesi duyuldu.

      “İşte, torunum da geldi. Bugün konuğum olduğu için ona yardım edemedim. Koyunları, keçileri sağıp ağıla salmıştır. Ona da sıcak bir çorba vereyim.”

      Kuşçu Sofi, ocaktaki ateşi canlandırdı. Sacayağın üzerine çorba dolu kazanı koydu. Bu sırada torunu, sıska delikanlı kapıdan eğilerek girdi. Kapı ağzından içerdeki konuklara tek tek göz gezdirdi. Aralarında Süleyman’ı görünce adeta yılıştı. Çadırın ortasındaki ocağın başına oturdu. Çorbasını önüne alarak kıyılayıp yemeye başladı.

      Kuşçu Sofi, delikanlılardan olandan bitenden haber almaya girişti.

      “Evet, yiğitler! Geliş gidiş nereden nereye? Hayırlı, uğurlu ola. Avlanmaya mı çıktınız? Yahut ötelere mi gidiyorsunuz?”

      “Sofi ağa! Biz, size hem Süleyman’ı beladan kurtardığınız için teşekkür etmeye, hem de Burla ninemin verdiği görevi yerine getirmeye geldik. Burla ninem size; devir kötüleşip gidiyor, torunuyla birlikte obasız, ıssız yerde kalmasın, dedi. Bizim obaya, Kalecik’e gelseler onlara göre barınacak bir yer bulunur, dedi. Moğol belası Harezm’i ele geçirmiş, Horasan’a da yaklaşıyor, sahipsiz-töresizler gibi dağ başında tek başına kalmayın, dedi.”

      “Hmm.. Moğol’un geldiğini gözleriyle gören var mı? Ya da obadaki kadınların tandır başındaki lafları mı?”

      “Yok, Sofi ağa! Süleyman’ın sele kapılıp sizin onu kurtardığınız gün biz, Cüveyn’den geliyorduk. Kaya dedem haber toplamak, olanı biteni öğrenmek için göndermişti. Bayatların obasında, Derbent’te, Cüveyn’de, hemen hemen her yerde bu söylenti var. Kaçıp gideni de gördük, başımıza ne gelirse gelsin katlanırız diyeni de. Kara Amid’e, Dımışk’a, Rum-i Kayser’e giderim deyip gidenlerin de haddi hesabı yok. Doğuya, gün doğusuna giden kervan görmedik. Herkes batıya doğru yollara düşmüş.

      “Beh… Ne yani şimdi Moğol geliyor