Oğulmaya Saparova

Hayma Ana


Скачать книгу

Eğer bizi de Sultanlığın himayesindeki Türkmen Gücü askerlerinin arasına gönderebilirseniz diyecektik. Siz tavsiye ederseniz, bizi alırlar. İşte ben iz sürebiliyorum. Kuşu gözünden vurmasam da attığım ok boş geçmiyor. Yayına gücü yetmeyenlerden değilim. Nayza sallamayı da öğrendim. Kulağımı yere koyup dinlesem, beş menzilden gelen atların sayısını bilirim..”

      Rehber Miriş, tıpkı hemen kalkıp savaşa girecekmiş gibi bel kuşağını çekip toparlandı. Tanatar da Miriş’ten geri kalmamak istercesine kendi hünerlerini anlatmaya başladı:

      “Sofi ata! Türkmen Gücüne katılırsak, yüzünüzü yere baktırmayız. Ata binmekte, yay çekmekte, kılıç sıyırmakta biz de geride kalmayız hani! Kaya babam ta yürümeye başladığımızdan beri her şeyleri öğretti. Sizi utandırmayız, Türkmen’in adını yere düşürmeyiz.”

      Süleyman’ın aklı başına gelmişti. Tanatar ile Miriş’in gizli gizli konuşmalarını, şimdi daha iyi anlıyordu. Kuşçu Sofi’nin birlikte yola salacağını tahmin ederek, bir an hayretler içinde kaldı. Burla ninesine, Kaya Alp’e, Miriş’in babasına ne cevap vereceğim, şeklinde sorular zihninden gelip geçti. Görmüş geçirmiş Kuşçu Sofi’nin, delikanlılara nasihat etmekten başka çaresi kalmamıştı:

      “Hadi, sizi gönderdim, diyeyim. Peşinizden anneniz ağlayıp gelse, babanız yumruğunu sıkıp gelse ben ne derim? Savaş dediğine aksakallıların rızası, annelerin duasıyla gidilir. Düşmanla karşılaştığınızda sizi koruyacak olan dua ve dileklerdir. Ayrıca siz, Moğol yaklaşıp geliyormuş diyorsunuz. Düşman geliyor ise her obanın yiğidi, kendi obasını koruyup kollamalı değil mi? Türkmen Gücü askerliğine, içinden alev geçenleri seçiyorlar. Bunlar Sultanın yanından kuş geçse kanadından, kulan geçse tırnağından vuran bahadır askerlerdir. Doğru, ben uzun yıllar Türkmen Gücünde askerlik yaptım. Fakat şimdi devir, zaman değişti. Selçukluların düşmanları da çoğaldı. Bir kanadı Acem’de, bir kanadı Arap’ta. Birinin söylediğini diğeri duymuyor, duyduğunu da kabul etmiyor. Düşman, yedi başlı ejderha gibi; vücut bir olsa da her baş, kendininkini doğru biliyor.

      İşte.. Moğol belası geliyor. Siz dememiş olsanız bile benim haberim var. Sokak söylentisi olmadığını biliyorum. Buna göre, oğullar, sizin yeriniz Kaya Alp’in yanıdır. Bir dediğini iki ettirmeyin. Bu zor günlerde çekip gitseniz olmaz. Üçünüz birden obayı terk ederseniz, Alp’in kolu-kanadı kırılır. İşte, benim evimin direği, koç oğlum Dağbaşı gideli 8 yıl oldu. Yanına da obanın ben diyen, en sıkı yiğitlerini almıştı. Sultanın sağ kolu olduğu haberini aldım. Fakat şimdi onlardan ne bir selam, ne de bir haber var. Şama’a mı gitti, yoksa Rey’de mi? Bilmiyorum. Dağbaşı’mla birlikte giden yiğitlerin anneleri, babaları, hanımları, çocukları; “Ne zaman gelecekler” diye sormuyorlar ama onların hicranlarından kendimi, oğlumu suçlu hissediyorum. Bu yüzden kaçıyor, torunumla avcılık bahanesiyle dağda, derede yaşayıp duruyorum.”

      Delikanlılar sorgulu gözlerle birbirlerine baktılar. Gerçekten de Kuşçu Sofi’den böyle bir karşılık beklemiyorlardı. Hâlbuki Cüveyn’den geldiklerinden beri, onun; “Filanın yanına gidin, adımı söyleyin” diyeceğini, Türkmen Gücüne katılacaklarını tahmin ve arzu ediyorlardı.

      Süleyman, Kuşçu Sofi’nin cevabına sevindi. Diğerleri seslerini çıkarmadan, serili koyun derilerinin üzerine uzandılar. Uzun yol yorgun düşürmüş olacak ki üçü de yatıp kaldılar..

      Uyandıklarında, gün mızrak boyu yükselmişti. Ocakta pişen süt, kaymak tutmaya başlamıştı. El yüz yıkamak için dışarı çıktılar. Kuşçu Sofi ve torunu ağılda işleriyle meşguldü. Alabay ise konukları takip etmesi için kapı önüne konulmuş gibi, kocaman başını ayakları üzerine koymuş, yattığı yerden iri gözlerini onlardan ayırmadan yatıyordu. Delikanlılar ellerini yüzlerini yuyup ağıla doğru yöneldiler. Çalı-çırpı ile çevrelenmiş ağıla girmek istediler. Kuşçu Sofi’nin sesi duyuldu.

      “Yiğitler! Eve girin de süt, çörek yiyin. Bizim işimiz bitti. Süleyman, sen gel Oğul! Şu tokluyu al getir. Size bir konuk sofrası hazırlayayım, sövüş edivereyim. Artık konuk da gelmez, son devir.”

      İkisi, eve geçti. Süleyman da ağıla girip tokluyu tutmaya çalıştı. Ancak el uzattığı o durumda donup kaldı. Karşısında duran, uzun dört örüm saçlarını beline kuşak edip bağlamış, incecik, ak yüzlü kızı görerek şaşırdı. Yanaklarındaki çukurdan onu tanımıştı. Kapıda kendisini seyreden Kuşçu Sofi’yi görünce toparlanarak gözlerini kızdan ayırdı, titreyen elleriyle tokluyu iki ayağından kavrayıp boynuna yükledi. Şaşkınlıktan çıkışı karıştırdı, kızın yol göstermesiyle birlikte dışarı çıkabildi. Koyunu, evin karşısındaki ağacın yanına koydu. Ayaklarını bağladı. Başı dönmüşçesine ağacın çevresinde birkaç kez dolandı. Kekeleye kekeleye kendi kendine söylendi.

      “Erkek mi ki dedim de, ancak hiç erkeğe benzemiyor da demiştim. Kız imiş ya! Peh, giyinmesi de erkek gibi. Saçını görmesem, anlamam mümkün olmayacak. Ne güzel kız ama dilsiz. Bizim obada olsa kızıl keten giydirip, saçına sarı yağ çalarlardı. Başına gümüşlü başlık giydirirlerdi.”

      Süleyman, onu bir an kızıl keten elbiseli, başı gümüş tahyalı(*) olarak düşünüp gözlerini yumdu. Dede ile torunun yanına geldiklerini anlayamamıştı. Koç, kesilip misafirlere sövüş edildi. Taze etin kebabını yiyen delikanlılar, dua edip, Kuşçu Sofi’den müsaade istediler.

      “Gidiyorsanız, yolunuz açık olsun; kalırsanız da ev sizin oğullar. Burla hanıma da söyleyin: Bir bakalım hele, eğer düşman gelirse obaya toplaşırız. Bizim için kaygılanmasın. Şimdilik Kuşçu’nun gücü kuvveti yerinde, deyin. Obamı da korurum, çadırımı da. Şu bayırdan aştığınızda, dereye inersiniz. Torunum götürsün, isterseniz. Dereden çıktığınızda, Üç Mazı denilen yerde üç meşe ağacı görürsünüz; uzaklaşmadan dolanırsanız, alvancık da bulursunuz. Burla hanıma, hamur mayası olur.”

      Delikanlılar, birbirlerinin yüzlerine baktılar. Bu adam, sıradan biri değildi. Biliyormuş gibi, Tanatar’ın ninesine verdiği sözü hatırlarına getiriverdi. Miriş, gösteriş yaparcasına, atın üzengisine basmadan zıplayıp bindi. Tanatar da arkasına Süleyman’ı alarak artlaşıp Karayel’e bindiler. Sofi, Miriş’in hareketine tebessüm etmişti.

      Önlerinde zayıf, ak yüzlü, yanakları gamzeli torun atına binmiş, onları yola salıyordu. Atın üstünde dik duruşu, sırtındaki ok ve yay, belindeki değerli taş saplı bıçağı, ayağındaki deri çizmesi pek yakışıyordu. Atın yularını saldı. At, yol boyunca yel gibi eserek diğer atları geçti ve dereye indi. Delikanlılar bu çelimsiz gencin at sürüşüne hayran kaldılar. Peşinden atlarını topukladılar. Üç Mazı’ya ulaştıklarında torun, atından inerek, “peşimden gelin”, dedi. Delikanlılar da ellerindeki çakı, bıçaklarıyla alvancık arayıp, kazmaya başladılar.

      Süleyman her şeyden vazgeçmiş, kızın hareketlerini izliyordu. Kız, yanına geldi.

      “Ben döneceğim. Dedemin söylediği yere getirdim. Siz de geceye kalmadan obanıza gidersiniz, değil mi? Bulutlar bölük bölük dolanıyor. Sele, suya kalmayın. Her seferinde sizi kurtarır mıyım, kurtaramaz mıyım bilemem. Gününüzü, kendiniz görürsünüz artık…”

      Kızın birdenbire dillenmesi Süleyman’ı şaşırtmış, üstelik kinayeli, alaycı dili bir hayli zoruna gitmişti.

      “Senin dilin var mıydı? Senin lal, ahraz olduğunu sanmıştım..”

      “Bazan dilsiz, bazen sağırım; bazen de dilim açılıveriyor işte!”

      “Adını söylesen, kurtarıcımın kim olduğunu bileyim.”

      “Haa,