tepikleyip yettiler. Ocaklıktaki odunlar kararmıştı. Ağılın içi boş ama bozulan bir şey yok. Hatta süzme yoğurt da torbasında duruyor. Gelip geçen yer, diye bırakıp gitmişlerdir.
Bir soluk oturdular. Çaresiz obaya dönmek zorundaydılar.
Süleyman’ın boğazı düğümlendi. Tanatar’ı, Miriş’i, Sofi ağayı, Nurbike’yi en son gördüğü mü ki şimdi!
Burada yaşadıklarını aklına bile düşürmeden Nurbike’nin son sözlerini hatırladı:
“Yine görüşünceye dek Tanrı sizi korusun!..”
“Seninle bir daha görüşmek nasip olacak mı Okçu Dağbaşı’nın kızı Nurbike…”
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
“Kurt Postuna Bürünen Tilkiler…”
Ağalar yârin elinden, Yüreğimde dağlar kaldı. Bülbül ayrılıp gülünden, Gül gülşenli bağlar kaldı.
Süleyman ile Örcen Böke’nin Kuşçu Sofi’nin çadırına gidişleriyle gelişleri bir olmuştu. Yanlarında ne Miriş, ne de Tanatar vardı. Keyik bacı Miriş’i göremeyince sızlanmayı, yakınmayı sürdürdü:
“Yelden, günden sakındığım oğul! Kolumu gölge, saçımı yorgan ettiğim oğul! Kuş olup dağlara mı uçtun? Ceren olup çöllere mi kaçtın? Nerede arayıp, nerede bulayım seni kılavuz balam, kartal balam! Senin izini şimdi kim sürsün?”
“Bırak, Keyik bacı! Genç yiğitlerdir, kafaları esmiştir; gezer, dolanır gelirler. Tanatar’ım da yok görüyorsun. Eğer üç-dört gün içinde gelmezlerse, aramaya gideriz.”
“Vah! Tanatar’ın ninesi! Yüreğim sızlayıp durur. Gel-meze gitmişlerdir onlar. Oba göçünü toplamaya başlamışken, haber vermeden gitmezler. Başka bir düşünceleri var herhalde. Süleyman’ın Kaya Alp’e söylediklerini sen de duydun, ben de duydum.Kuşçu Sofi de yerinde yok diyorlar, şimdi kimden haber alacağız. Yel getirir, yağmur getirir haberlerini diyerek beklemekten başka çaresi yoktur.”
“Onlardan haber olmazsa, bir oturduğumuz yerden bir adım bile atmayız. Oba göçse de biz, iki ev bekleriz Keyik can. İyi niyet, yarım devlet demişler! Niyetimiz iyi olsun, iyi haber duyalım.”
Ah, Tanatar oğul! ‘Yetim oğlak büyüttüm, ağzım burnum yağ oldu. Yetim oğlan büyüttüm ağzın burnum kan oldu’ demişler ya, işte öyle oldu. Annesinden gönenmedi, atasından gün görmedi diyerek yelden günden büyüttüm, yetiştirdim. Yetimliğini bildirmedim. Gündoğdu’mun ocağını söndürmesin deyip koruyup gezdim. Bir haber verip gitseydi yüreğimiz yanar mıydı? Devlete hizmet etmek istiyorsan, söyleseydin Alp dedene. Kolundan tutup kendi götürürdü. Şimdi nereye gideyim, kime derdimi anlatayım…”
Keyik bacıyı avutmaya çalışan Burla ninenin kendisi de hıçkırmaya başlamıştı. Kimse bir şey diyemedi, teselli edemedi. Yürek yangınlıkları hafiflemezse, dertleri hafiflemeyecekti. Kaya Alp, Süleyman’ı alıp yasa çadırına girdi.
– “Miriş ile Tanatar’ın şunu yapalım, bunu edelim dediklerinden haberiniz var mıydı?”
“Kuşçu Sofi’nin vaktiyle Selçuklu sultanına hizmet ettiğini duymuşlar. Gittiğimizde haberim yoktu. Ancak Sofi ağanın yanına vardığımızda, bu düşüncelerini açığa vurdular. Ben de orada işittim. Sofi ağa onlara; gidin de bu günlerde Kaya Alp’e asker durun, demişti ya yine dinlemediler. Sonradan bana da bir şey söylemediler. Sofi ağa, dağın öbür yüzünden obaya gitmiş olmalı. Gittiği obayı bilmediğimiz için dönüp geri geldik. Yol boyunca karşılaştığımız çobanlara da sorduk, gören duyan yokmuş. Ancak Cüveyn’e gitmiş olmalılar. Çoğan vadisinde önümüze çıkan askerden bir hayli bilgi almışlardı. Ne bileyim, size yeni haberler getirmek için merak ediyorlardır diye düşündüm. Fırsat verirseniz, Cüveyn’e mi gideyim, diyorum.”
“Cüveyn gitmişlerse, siz oraya varıncaya kadar, hangi şehre varacakları belli değil. Ecrihara asker duranlara her yerde eğitim veriyorlardır. İş başa düştü. Artık kendileri gelmezse, onları bulmak mümkün olmaz. Biz de uzak yollara düşeceğiz. Halk bizi bekliyor.
“Onlar, Türkmen Gücünde asker olmak istiyorlardı..”
“Haa.. Türkmen Gücü, Selçuklu sultanının en güvendiği güçtür. Katılmak isteyen herkesi hemen almazlar. Ancak bunların Türkmen olduğunu görünce hassa sipahilar(*) gücüne almış olabilirler. Oradan halkayı has(*) gücüne yaklaşabilirlerse, Miriş işlerine yarar. Ancak Tanatar’a yanarım! Ne eline mızra aldı, ne de mancınık attı. Burla annemin sayesinde eline sapan alıp kuş vurmuş bile değildir. Selçuklu’ya asker durmak kolay mı! Kuşçu Sofi’nin bahadır oğlu Dağbaşı’n babası, dedesi, atası Sultanın sipahi buzgurt(*) görevlerinde bulunmuş olsalar bile, kendi gücüyle alt yılda Türkmen Gücüne girmiş ve hayl başı(*) olabilmiştir. Ah, ayran beyinli oğlanlar; “hazır aşın iyesi, nişanlı kızın eri”olacakken!.”
Süleyman’ın, Okçu Dağbaşı adının anılmasıyla birlikte üstünden kaynar sular dökülmüş gibi oldu. “Ben, Okçu Dağbaşı’n kızı, Kuşçu Sofi’nin torunu Nurbike’yim!” sesi, kulağında çınladı. Babasının yüzüne bakıp;
“Siz, Okçu Dağbaşı’yı tanıyor musunuz?”
“Evet.. Çocukluğumuz aynı yerde geçti. Yayı çektiğinde, eğri yayı doğrulturdu. Attığı ok hedefe dosdoğru saplanırdı. Küçüklüğünde Nişabur’da, Nizamiye mektebinde eğitim almıştı. Babası obaya getirdiğinde, geniş oba dar göründü. Ayağını bağlarsak alışır, diyerek Tutuş beyin kızı Çiğildem’le evlendirdiler. O garip de doğum sırasında öldü. Bunu bahane edip çekip gitti sultanın hizmetine. Zaman zaman kızını görmeye geliyormuş, diyorlar. En son ne zaman geldiğini Allah bilir. Ha, ne oğul! Senin de Miriş ve Tanatar gibi askerliğe gitme niyetin varmış gibi soruların çoğaldı ya?”
“Yok, yok.. Ben sadece Sofi dededen duydum da; sekiz yıldır gelmiyor, demişti.”
– “Evet, öyledir. Asker olduysan, emir kulusun. Hangi diyarlardadır, kiminle savaşırlar bilen yok. Tanatar ile Miriş’in geleceği de onlar gibi olur…”
Dışardan gelen at sesleriyle birlikte baba-oğul çıktılar. Eve yaklaşan dört-beş atlının arasından her bir omzuna insan oturur gibi iriyarı adamı, ikisi de tanıdı. Süleyman koşup atının yularını tuttu.
Bu gelen konuk, daha doğrusu göç yolcusu Çakır Bayat idi. Misafirlerin atlarını at yatağına götürüp sulayıp yemlediler. Süleyman, Çakar Bayat ile gelenlerin ellerine su döktü. İzzet hürmet ettiler. Çakır Bayat ilkin Süleyman’ın yüzüne bakıp;
“Oğul! Dostlarını tek başlarına koyvermişsin!” dedi. Süleyman önceleri anlayamasa da sonradan sözün Tana-tar ile Miriş hakkında olduğunu kavradı.
“Siz onları gördünüz mü Çakır ağa?”
“Evet. Geçen akşam gece yarısı benim eve geldiler. Nişabur’a gidiyoruz, dediler ancak ben, şu dar zamanda sizi hangi iş için gönderdiler, dediğimde yüzleri kızardı. Sonunda rahmetli Gündoğdu’nun oğlu dillendi: “Çakır ağa, biz sultana askerliğe gidiyoruz. Evdekilere de söylemeden çıktık. Göç vaktinde izin vermezlerdi. Öylece yola çıkıverdik.” Dedi. Onları alıp getirmek istedim. “Asker olmak istiyorsunuz ancak yol uzak, eşkıya-talancı dolu. Yollarda rehber de gerek, ok atan da” dedim. Kendilerine pek güveniyorlardı. Yaşlılığıma dayanıp kızdım, ağır