Oğulmaya Saparova

Hayma Ana


Скачать книгу

bunu fısıldardı.

      “Bu adamların Tanrısı yok mu ki? Sabahtan beri ne kadar çok yalan söylediler. Alp babam bunların yalan söylediğini nereden bildi ki? Kollarının kesileceğini duyunca, beylerinin derilerini tuzlamasına razı oldular. Babam, gerçekten de bunların kollarını kesecek miydi?”

      Süleyman, Kaya Alp’in yüzüne baktı. Babasının yorulmuş, solgun yüzündeki telaş ve endişeyi görmüştü. Vatan ayrılığı, Burla ninenin gerilerde kalması, Miriş ile Tanatar’ın belirsiz yolculuğu, ardına düşüp gelenlerin yükü… Bütün bunların hepsi Kaya Alp’in omuzlarındaydı…

* * *

      Hırsızlar, belki de ömürlerinde ilk defa korkuyla, doğruyu söylüyordu. Dedikleri gibi gün batar batmaz, gür bir bahçeye dönüşmüş Harakan obasına eriştiler. Obanın ortasından akan buz gibi soğuk suyla ellerini yüzlerini yuyup temizlendiler. Boş kaplarını doldurup sürülerini, at, katır, develerini suladılar. Obanın kethudası karşıladı. İhtiyarlar evlerine davet ettiler.

      “Davetinize minnettarız ağa! Biz, atamız Ataman’dan Ebul Hasan Harakani hazretleri hakkında çok şeyler duyardık. Harakani hazretlerinin makamına varıp bir dua edelim. Bu ağır göçü, obanın dışında bir yerde yerleştirdikten sonra yine haberleşiriz.”

      “Yok, biz sizin gibi gelip geçici görmüyoruz, sizi. Göçü bizim adamlarımız yerleştirir. Harakani hazretleri, atalarımızdandır. Onun nasihati şudur ki:

      “Kapıma kim gelirse gelsin; dinini, inancını sormam. Konuk edip yemek, çörek verin. Çünkü Ulu Allah ona ruh ve can verip ulu katında yaşamaya layık görmüşse, Ebul Hasan Harakani’nin sofrasında da çörek yemeye hakkı vardır.”

      Sizden ricamız, sözümüzü geri çevirmeyin. Harakani hazretlerinin sözü bizde hükümdür…

      Büyük Veli’nin yüksek tepenin üstüne yapılan mezarına vardılar. Dua ettikten sonra kethudanın evinde misafir oldular. Süleyman, obadaşlarının yanındaydı. Konuklar, bu gece, uykusuzluk çekmemişti. Zira obadakiler sürüyü teslim almışlar, onları istirahata göndermişlerdi.

      Süleyman’ın birkaç günlük yolculukta görüp duydukları bir bir gözlerinin önünden geçiyordu. Kalecik’in karşısındaki Beyli Dağından daha büyük dağ yok mu ki, diyordu ancak Hoşyaylak’ın çevresini kuşatan büyük dağlara çıktığında, gökyüzüne elini uzatsa değiverecek gibi oldu. Belki de yeryüzünde bundan daha ulu bir dağ yoktur, diye düşündü. Dünyanın yüzü yemyeşil ormanlık gibi görünürdü Kalecik’te yaşıyorken. Ancak “yer ala, yurt ala”(*) denilir ya, buraların dağları çıplaktı. Arça(*) ve dikenli ağaç olmasa, başka şey yok. Tam tersine obaları gür bağlık. Bahar geldiğinde meyve bahçelerinde çiçekler açar. Otsuz bitkisiz dağları Cüveyn’e giderken görmüştü ancak bu dağlar daha da farklı..

      Cüveyn aklına düştüğünde Süleyman’ın yüreği cız etti. Bir yorganda büyüdüğü Tanatar’ı, aynı obada ayrılmaz birer dost olarak yaşadığı Miriş’i ve dört örüm saçını beline bağlayan, yanakları gamzeli Nurbike’yi hatırladı.

      Şimdi onlar Süleyman’dan çok uzaklarda idiler. Belki da ömür boyu uzaklarda kalacaklardı. Süleyman ağır ağır soluklanıp bir o yanına bir bu yanına dönüp dururken uyuyakaldı…

* * *

      DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

      “Koç yiğitler göç eylese,

      Ocak yiter, yurt iniler.”

      Türkistan’dan Şama’a kadar kimin parmağına diken batsa,

      bilin ki benim parmağıma batmıştır.

      Birinin ayağına taş deyip ağrıtıp incitse,

      bilin ki benim ayağım da ağrır.

      Bir yürekte bir acı, hasret olmuş olsa,

      bilin ki benim yüreğim duymuştur.

Ebul Hasan Harakani (ks.)

      Gökyüzünde kanat çırpan kartalın kursağına gelen ok, kuşu yere düşürdü. Süleyman göğe baktı. Biraz önce yukarıda çırpınan kartalın kıpkızıl kanı bir anda çevresine saçılmıştı. Süleyman yere düşen kuşun yanına vardı. Göğsündeki oku çekip çıkardı. Şaşılacak şey! Kuş, kurtarıcısına kızgın gözlerle bakıyordu. Uçmaya çabaladı, kanatlarını çırpa çırpa çevresini toz duman etti. Uçamayacağını bile bile var gücüyle biraz yükseldi. Kanatlarına zarar gelmemiş olmamalı ki bir miktar daha yükseldi. Birdenbire hiç beklenmedik bir hamleyle kendini sert kayaya vurdu. Tüyleri parça parça olup döküldü. Kuş birden dillendi:

      “Yaradan bize uçmaya, size yerde göçmeye ferman verdi. Biz; bulutların üstünden uçup insanların erişemeyeceği kayalıklarda yuva kurarak, dağ başlarını güçlü kanatlarımızla aşabilen kartal… Şimdi gel gel de bir namert ok ile elinize düşeyim öyle mi! Hem vurursun hem merhamet edip göğsümdeki oku çıkarırsın? Ey âdem oğlu! Siz yeryüzünü kan bulamaya doymamıştınız, şimdi gökyüzünü kana bulamaktasınız.

      Benim kanatlarıma bulut değmese, sert yellerin karşısında gücümü gösterip uçamasam, ta şu uzakta yalçın kayadaki yuvamda beni gözleyen yavru kartalıma mertçe ölmeyi öğretemesem!..”

      Kuşun kocaman gözleri, son sözlerini söyleyemeden donup kaldı. Süleyman: ”Ben de senin gibi bir dağ kartalıydım, gökyüzünde vurulup yaralanaaaaan!” diyerek, kendi sesine uyanıp doğruldu. Yorganın altında terleyip su içinde kalmıştı. Vücudu titredi. Sesine koşup gelen Ay-senem elini alnına koydu.

      “Hiiih.. Çok ateşin var balam! Vah, şimdi ne yapsam ki! Ey erlerim, pirlerim yetişiverin. Oğlum! Gözlerini aç hadi. Gözlerini aç hadi. Düş mü görüyordun? Haykırıp kalktın da..”

      “Evet, anne.. Korkulu bir rüya gördüm.”

      Aysenem, oğlunun konuşmasına fırsat vermedi. Eliyle ağzını kapattı.

      “Hadi, yerinden kalk da iki yanına tü tü et. Belalar, kötülükler dışa çıksın de. Rüya iyi değilse, yorup durma, oğul! Hadi, başını bir ovalarsam, bir şey kalmaz..”

      Aysenem, Kaya Alp’in kuşak kayışını ikiye katlayarak, oğlunun başını iki katı arasına aldı. Kayışı sertçe çekip;

      “Benim elim değil, Lokman Hekim’in eli. Benim elim değil, Kayı’nın Burla hatununun eli. Benim elim değil, Ayşe- Fatma’nın eli..” diyerek silkeledi.

      “İşte oğul, bütün derdin, belan gitti. Oğluma gelen dert-bela dağlara, taşlara gitsin.”

      “Anne, dağların taşların ne suçu var? Ben kendi derdimi kendim çekerim!”

      “Oğlum, dağlar yüksektir, dayanıklıdır; dert çeke çeke gelmiştir. Dertlilere derman olan dağlar insanların tabibidir, iyileştiricisidir.”

      Süleyman gerçekten dertleri uzaklaşıp gitmiş gibi yerinden kalktı. Dertleri dağlara mı sindi, taşları mı sindi bilinmez, baş ağrısı kesildi.

* * *

      Harakan ovasının güzelliği bir başka imiş. Obanın ortasından akan derenin sesi, yola çıkan göçerlerin sesini bastırırcasına gürül gürül akıyordu. Süleyman, ‘kara meşik’ dedikleri deriden dikilmiş su kaplarını dolduran kadınların az ilerisine geçip elini yüzünü yıkadı. Suyun sesine dikkat kesildi. Sabaha karşı gördüğü rüya aklına düştü. Kartalın kocaman gözlerini hatırladı. İnce bir sesle kendine geldi.

      – “Suyun o tarafı uygun değil, buradan alayım mı?”

      Süleyman