geçmedi. Aklı fikri yoldaşlarında idi. Eğer onlara bir şey olacak olursa, obadaşlarının yanında, ana-babalarının yanında, Burla ninenin yanında yüzü kızaracak, küçük düşecekti. İhtiyar, Süleyman’ın koltuğuna girip dışarıya çıkardı.
Dışarıda at arabası hazırlanmıştı. Süleyman’ı, üstüne saman döşenmiş at arabasına yatırdı. Kırık ayağını kımıldamayacak şekilde berkitti. Atı sürecek ‘kişi’ye talimat verdi:
– “Atı yavaş sür, yaralı bacağa zarar vermesin. Kumlu-topraklı yerden git, taşlı yerden gidersen yarası açılır. Kısa yolları biliyorsun, akşama yetiş. Yanına ok ve yay al. Bu günlerin havasına güvenilmez. Öğlenki yağış birdenbire gelebilir. Alabay’ı da yanından ayırma kuzum. Sağ salim git gel. Bu yiğidi yerine ulaştırıp dön balam…”
Ata arabası yavaşça ilerlemeye başladı. Obadan çıkıp dağlık yere geldiklerinde eşlikçi genç, değmeyeyim dese de, arabanın tekeri taşlara değiyordu. Kaşlarını çatan Süleyman, atın yularını çekene seslendi:
– “Taşsız yerden git diye söylendi sana. Obaya varıncaya kadar sağlam yerlerimi de yaralayacaksın bu gidişle. Dedenin sözünden çıkıp, gönülsüz gönülsüz götürüyor gibisin! Daha at sürmesini de bilmiyorsun.”
Süleyman ne kadar söylenip dursa da, ondan yana dönüp bakmadı bile. Süleyman dirseğine dayanıp at üstündeki yiğdekçeyi(*) seyretti. Atın yularına sıkı sıkı yapışmasını, kalpağın altından görünen incecik boynunu, yuları bırakmamak için iki yanını öne doğru itişini seyrederken içi daraldı.
– “Vah.. Dili lal, kulağı da sağır galiba bunun!”
Süleyman’ın sesini çıkarmadan, ağrısına dayanarak gitmekten başka çaresi kalmamıştı. Yattığı yerden obaya yaklaştığını fark ediyordu. ‘Gurbakgalı Kak’ın yanındaki Ulu Mazı’dan geçtik. Kanlı Çeşme’den geçtik. Baba Kızıl Evliya’dan geçtik’ diye diye yattığı yerde, kendi kendine konuşup dururken, öğleyi geçerken obanın sınırına girdiler.
Kaya Bey, yanına atlılarını alıp biraz önce obadan çıkmış, geliyordu. At arabasıyla karşılaştığında, üzerinde oğlunu gördü. Atının başını çekti. Oğlu dirseklerine dayanarak oturuyordu.
“Demine değmemiş, buna da şükür!” diyerek, hızla attan inip oğlunu kucakladı.
At üzerindeki delikanlı, başıyla onları selamladı. Arabayı eve yaklaştırıp Süleyman’ı indirdiler. Onu da eve davet ettiler ancak yine, sesini çıkarmayarak sağ elini sol göğsüne koyup arabasına bindi. Süleyman, annesine seslendi;
– “Ana! Bu, sağır galiba. Siz ona işaret ile anlatıverseniz.”
Yiğdekçe birden Süleyman’a gözaltından bakarak anlamlı anlamlı yılıştı. Yanaklarında kızıllıklar peyda oldu. Kaşları gerildi. Süleyman’ın da güleceği tuttu:
– “Bu kız yüzlü eşlikçiden hiç hoşlanmadım. Baksana, üzülecek yere yılışıyor. Yine de doğrusunu söylemek gerekirse, yolları iyi biliyormuş, üzmeden getirdi.” diye söylendi.
Arabacının yanına bir tandır çöreği ve bir kolca sarı yağ alarak gelen ve onu ‘Tanrı yalkasın’(*) duasıyla uğurlayan Burla nine, torununun başucundan ayrılmadı. Merhemini ne Aysenem’e, ne de Kaya Alp’e emanet edemiyordu. İlacı kendi çaldı, yarayı kendi sardı.
Başına üşüsenlere, başından geçenleri bir bir anlatıp yorulan Süleyman, bu arada, Burla nineye, Kuşçu Sofi’nin selamı olduğunu söyledi. Burla nine donup kaldı, Süleyman’a diklenip baktı.
“Kuşçu Sofi mi dedin? Seni, Sofi mi iyileştirdi. Bu gelen sağır yiğdekçe onun torunu mu?”
Süleyman, ard arda gelen sorulara karşılık vermedi. Nedendir bilinmez, aklına, iki yanağı kızarmış, üstündeki elbiselerine, ayağındaki ayakkabıya gücü yetmeyen, Kuşçu Sofi’nin yanına kattığı genç düştü. İçinden; “Yanına ok ve yay alan kişiye, yayı çekmeye gücün var mı desene!” diye geçirdi.
İKİNCİ BÖLÜM
“Göçe Göç Eyledi Gönül Kervanı…”
Ey ağalar kurdu gördüm, Kurt yerinden durdu gördüm. Ben ağlaman kim ağlasın, Yâr göçen şu yurdu gördüm.
Tabibin dediği gibi, Süleyman’ın kırık yerleri yaşına göre, yirmi iki günde iyileşti. Burla nine, kaya kenarlarından toplanıp kaynatılmış ilacı, torununa içirdi. Süleyman’ın ayağa kalktığında önceleri ata binmeye, obadan uzaklaşmaya bile dermanı yoktu. Kırık, çıkık yerleri iyileşse de ağrısı henüz kesilmemişti. Bu yüzden hep Burla ninenin gözünün önündeydi. Annesi de ayaklarına sürekli porsuk yağı sürüyordu. Obadaki dostları halini-hatırını sormak üzere ara sıra yanına geliyorlar, Tanatar ile Miriçneredeyse hiç yanından ayrılmıyordu..
Süleyman, Cüveyn’den geldiklerinden beri, Miriş ve Tanatar arasındaki gizli fısıldaşmaları hatırlıyordu. Ama sebebini soramadı. İçinden; “Bir gün kendileri anlatırlar” diyordu.
“Süleyman, hani sen bizden ayrıldıktan sonra, Kuşçu Sofi denilen adamın evinde kalmışsın ya, bu adam hakkında biraz bilgi versene. Bir dağ başında neden tek başına yaşıyor ki? Neden obadan, ilden ayrılmış ki? Çoban değil, çoban yamağı değil obada yaşamıyor; sebebi nedir ki?”
“Ben iki gün onun evinde kaldım ama kendimi bilmeden yatmışım. Gözümü açtığımda, evin duvarlarında asılı duran kuru otları, bitkileri görünce; burası bir tabip evi mi ki, dedim. Kuşçu Sofi eve gelip yaralarıma merhem sürdü. Kısa bir konuşmamızdan sonra onun tabip olmadığını anladım. Kırık çıkıklarıma Kurt tabip bakmış. Adını, ayrılırken kendisi söylemişti. Beni obama götürün, bekliyorlar dedim. Sağır ve dilsiz torununu yanıma katıp arabaya yüklediler. Uzun bir süre ne bir şey dedim, ne de sohbet ettim. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse; torunu çok hünerli, çok becerikliymiş. Doğruca obamıza yetiştirdi. Sanki ata bir kamçı vurmadan, elma soyar gibi etti. Cesaretli delikanlıymış maşallah.”
“Süleyman! Bizim duyduğumuza göre; Kuşçu Sofi, Selçuklu sultanının yanında hizmette bulunmuş. Avcılıkta benzeri yokmuş. Uçan kuşu gözünden vururmuş. Yaşlı babası da Turan Şah’ın korumasında bulunmuş. Biz Sofi’yi bir görebilsek! Sen ayağa bir kalksan, bize yol göstersen. Ne de olsa onunla tanışıyorsun ya..”
“Miriş! Tanatar! Sizin Kuşçu Sofi ile ne işiniz olur ki? Anlatın bakalım. Başım döndü. Sofi’yi yedi arkadan tanımanızın bir sebebi olmalı! Sultan askeri de olsa size ne?”
“Evet.. Süleyman, sebebi var. Her bir şeyi zamanla öğrenirsin. Ancak biz öncelikle Kuşçu Sofi’nin yanına varmak istiyoruz. Seninle gidersek, tanıyorsun, yüzümüz olur. Bu yüzden sen götür, diyoruz. Ata binemesen de durumun yol arkadaşlığına müsait olursa bize haber versen. Sana uğrarız. Bir aydan beri iyileşmeni bekleyip duruyoruz.”
“Ne zaman deseniz yol arkadaşlığına varım ama evdekiler öğrenirlerse, kırık-çıkık yerlerini azdırırsın, derler. Sonra ben onların kulübesine kendi isteğimle gitmedim ki! Beni Ballıkaya’nın eteğinde bulup baygınken getirmişler. Sora sora evi bulurum desem, belli bir obası yok, sınırı yok. Gelirken de arabanın üstünde yatıp geldim, etrafımı bile göremedim. Arayıp bulmak mümkün olur mu ki?”
Tanatar, Süleyman’ın sözünü kesti:
“Sen