Oğulmaya Saparova

Hayma Ana


Скачать книгу

edip gitmiş. Nereye kaçtığını oğlu Celalettin ile hanımı Ayçiçek’ten başka bilen yokmuş. Celalettin, Moğollar ile savaşıyormuş. Moğolların sayısı çerden-çöpten çokmuş. Harezm’in sıcak havası börtü-böcek dolu, çölü de. Aç kurtları onları korkutamıyormuş. Başlarında Cengiz Han denilen biri varmış. Abdullah bin Belhi, onu yakından görmese de, hakkında çok fazla şeyler duymuş. Savaşçılıkta aç kurt gibi, hilekârlıkta kuyruksuz tilki gibi, zekilikte ise iki kat pay verilmiş gibi, diyordu. Harezm’i aslında Cengiz Han değil, taht kavgası yıktı desek daha doğru olur, dedi.”

      “Ne bileyim, Alaettin Muhammet Şah’ın ‘Şeytana ders veren annesi’ Türkan Hatun’un Moğollara yardım ediyor olması muhtemel, dedi. Harezm’i alan Moğol niyetini sürdürürse Horasan’a da gelir, dedi. Selçuklu Devleti, paralı asker toplamaya başlamış. Bunlara ‘ecri har’ deniliyormuş. Harezm’den kaçanlar, başka yol bulamayıp şimdi bu paralı askerlere katılıyorlarmuş. Selçuklular başı Belh’te, ayağı Şam’da uzak uzak yerlerden toplanmasalar, bu belanın önünde durulacak gibi değil, diyorlar. Devletin Türkmen Gücü denilen askerleri var. Onlar da asker topluyormuş. Beş gün gelenden, geçenden haber aldık. Moğollar kara bulut gibi yaklaşmaya çalışıyorlar Kaya dede..”

      “Dönüşümüzde Çoğan vadisinde atlı askerleri, eğitim verilen yerleri gördük. Halkı telaşa salmamaya gayret etseler de durum hayra alamet değil. İki gün sonra yine Çakır Bayat’ın evine yettik. Yolumuzu gözlüyormuş. Size anlattıklarımızı ona da söyledik. Göç etmek veya kalıp savaşmak gerekir, bizi habersiz bırakmayın, dedi. Kaya Alp’e söyleyin, birleşelim, dedi. Sabah kalktığımızda hava kararmaya başlamıştı. Çakır ağa havanın bozulduğunu görerek, bizi yola salmak istemedi. Ancak Süleyman yerinde duramayıp; “Herkesin gözü yoldadır, bizi beklerler, dedi.”

      “Korkut’tan ağıp Kesedağ’a yettiğimizde tuttu yağmur, bastı tufan. Sel bir yerden, yel bir yerden yüklendi. Biz de yüksek bir yere çıkarak, bir haneye sığınıp yatıverdik. Yağmur dindikten sonra kımıldamak mümkün olmadı. Şarıldayıp gelen selin gürültüsünü işiterek sizden yana kaygılandık. Dünyayı sel alıyor sandık. Yattığımızda Süleyman henüz uyuyamamıştı.”

      – “Erken kalktığımızda Karayel’in kişnemesiyle doğrulduk. Dışarı baktığımızda her yer dümdüz, sis, duman. Süleyman civarda bir yerdedir diyerek, bekledik. Gelmeyince, seslendik. Ses veren olmadı. Ateş yakalım desek kuru ot yok. Sis duman dağıldıktan sonra, ateş yaksak belki dumanını görür gelir, dedik. O gece de bekledik, gelmedi. Sonunda dolanıp yürürken Miriş, Sülgürt’te çarık izini gördü. Bir iki adım göründü ancak yağış izleri silip süpürmüştü. Obaya dönüp gelmiştir, diye tahmin ettik, işte.. Şimdi ne yapsak ki!?..”

      Anlatılanları dinleyen Kaya Alp, derin bir nefes çekti. Ocağın başında oturan Aysenem’in ağlamaklı sesi işitildi.

      “Sel sularına mı kapıldı ki? Kurtlara, kuşlara yem mi oldu ki? Gittiğinden beri yüreğimin başı cız edip duruyor, dediydim. Kim beni dinliyor! Şahin balam, sağ salim gelse; Baba Kızıl Evliyanın yoluna, yedi kapıya aş paylayacağım. Aç susuz mu ki? Obaların birinde mi ki?”

      Aysenem’in fısır fısır çıkardığı, agu katılmış acılı sesi evdekilerin hepsi işitirken, bu sefer ona Burla nine de hiçbir şey diyemedi. Anne yüreği dolup dolup taşmıştı. Ağlayıp rahatlamasa olacak gibi değildi. Ağlasın da içini boşaltsın dercesine, Kaya Alp ile yiğitler dışarıya çıktılar. Evdeki ses, güçlenerek sürdü. Burla ninenin;

      – “Tövbe deyin, kötüye yormayıverin” diye yankılanan sözleri, uzun bir süre dışarıdan da duyuldu.

* * *

      Şu vakte kadar, gün kuşluğa kalıncaya yatıp duran Süleyman’ın sanki kafasına kum dökülmüş gibiydi. Başını yastıktan kaldırası gelmedi. Yattığı yerde güçlükle başını sağa sola çevirdi. Bulunduğu yerin kendi evi olmadığını anlayıp kalkacak oldu.

      Bu olanlar da neydi? Başına gelenleri hatırlamaya çalışsa da başaramadı. Ara sıra aklına düşen şey; kaçışan geyikler, kayalar, kartal ve kendi yoldaşlarının sesi. Bu her ava gittiklerinde tekrarlanan şeyler olsa da Süleyman, dünkü hadiseleri hatırlayacak gibi oldu. Her ne kadar gözlerini yumsa da değişik bir şeyler göremedi. İçini yakayım dercesine kapı da açılmıyor, bir kişi bile gelmiyordu. Güçlükle yerinden doğrulmaya çabaladı. Ancak uzun bir tahta parçasının ayaklarına sarılmış olduğunu fark etti. Ayağını sarıp sarmalamışlar. Demek ki ayağım zarar görmüş, diye mırıldandı.

      – “Ses verin! Kimse yok mu?”

      Kendi sesini sadece kendi işitebildi. Halsizlikten olacak ki sesi de zor çıkıyordu. Alacakaranlık çadırda yattığı yerden çevresine göz gezdirmekten başka bir çaresi kalmamıştı. Üstelik ayağının ağrısı da artıyordu. Kaşlarını çatarak, yattığı yerden, yeri yumrukladı. Yan taraflara asılmış otları, bitkilerı görerek, burasının bir tabip evi olduğunu düşündü.

      Vaktin ne kadar geçtiğini anlayamadı. Çünkü yarı uyur-yarı uyanık yatıyordu. Birden kapının yavaşça açıldığını hissederek, gözlerini açıp başını çevirdi.

      “Gözümüz aydın. Kalktınız mı?”

      “Evet. Ben neredeyim? Siz kimsiniz?”

      “Oğul! Telaş etme. Ayağa kalktığında tanışır, bilişiriz”

      Yaşlı adam kapıyı açtı, eşik serpisini(*) gerdi. Kara çadırın gözeneklerini araladı. İçeriye ılık bir yaz havası hücum etti.

      Süleyman:

      “Dışarıda böyle iyi bir hava vardı ise beni niçin bu temiz havadan mahrum ettiler ki!” diyerek kaşlarını çattı.

      “Dön bakalım, arkandaki yaraya bir merhem çalalım..”

      “Arkamda yara mı var?”

      “Sen en iyi, neremde yara yok desene yiğit!”

      “Bana ne oldu?”

      “Bunu sen söylemezsen, ben ne bileyim. Ben seni Ballıkaya’nın eteğinde buldum. Ya ot-ilaç toplamaya gelmişsindir ya da kuş avlamaya. Kayadan düşmüşsündür desem; diken batar, her yerin kulak gibi şişerdi. Kaplan dalamıştır desem, pençe yok, tırnak izi yok. Sel suyuna kapılmış olmalısın ki bütün vücudun balçıktı. Kurt tabip de gelip gördü. İki güne kadar ayağa kalkar, dedi. Hadi şimdi şu sıcacık keklik çorbasını iç, kendine gel. De bakalım, sen kimsim? Nerden gelip, nereye gidersin?”

      “Ben iki gün mü yattım? Siz kırık-çıkık tabibi misiniz?”

      – “Ay, iki gün daha yatarsan, ben de tabip olurum. Hadi, sen bir dayan yeter ki.”

      Süleyman’ın, yoldaşlarıyla dağ başında yağmur altında kaldığında onları yatırıp kendisinin uykusuzluk çektiği aklına düştü. Tan vaktine yakın, sel biraz olsun yavaşladı mı ki diyerek çevreyi dolaşırken, ayağı kayarak dereye yuvarlanıp gittiğinden ve sele gark olup telaşlandığından başka bir şey hatırlamıyordu. Sel suları Süleyman’ı uzağa alıp götüremese de sisin-pusun içinde bir hayli yatmıştı. Bir süre kulağına arkadaşlarının sesleri gelmiş, zamanla kesilmişti. Orada ne kadar kaldığını, buraya kimin getirdiğini, burada ne kadar yattığını bilmiyordu.

      – “Seni bizim köpeğimiz Alabay bulmuş. Ürkmüş, konuşacak gibi olmuş hayvancağız. Torunumla seni eşeğe bindirip güçlükle getirdik buraya. Bugün ikinci gün değil, üçüncü gün oluyor yatışın. Hadi, şimdi otur. Kurt tabip; yaşı kaç ise, yaşı kadar yatarsa iyileşir, dağ ilacından içiversin, demişti.”

      – “Yok..