Muhittin Gümüş

Yırtık Ayakkabı


Скачать книгу

tin Gümüş

      Yırtık Ayakkabı

      AŞKTAN ÖTEYE GEÇMEK

      İlhan, Üniversiteyi kazandığında ailesinin ve bütün akrabalarının sevinci görülmeye değerdi. Onları mahcup etmeden bir gün üniversite mezunu ve itibarlı bir meslek sahibi olacağına güvenleri sonsuzdu. Akşamdan kömür ateşli ütüyle ütülenmiş pantolon ve gömleğini sabahleyin giyerken duyduğu heyecan tarifsizdi. Annesinin yüzünde ise sevinçle hüznün karıştığı o kadar alenî idi ki, kahvaltıda gözlerini bir an bile ayırmıyordu oğlundan. İki katlı asırlık ahşap evlerinin önündeki yine asırlık ceviz ağacının gölgesinde, güneşin bir mızrak boyu yükseldiği saatlerde dualarla uğurlandı kara yağız delikanlı İlhan Ankara’ya… Yola çıktığında yepyeni bir hayat yolunun ilk kilometre taşlarını aşmaya başladığının da azıcık farkındaydı. Uyumadan, meraklı bakışlar ve gözlemlerle geçen yolculuk nihayete erdiğinde heyecanın yerini düşünceler almıştı. İnsan düşündükçe yaşadığının farkına varır; farkına vardıkça hayatın güzelliğini, çirkinliğini, kazandırdıklarını, kaybettirdiklerini, siyah ve beyazlarını anlar. Tabii ki anlayan için mesele dertten ziyade devaya dönüşürmüş.

      Ankara’daki ilk günler, Üniversitedeki ilk dersler ve tanıştığı ilk insanlar çok farklıydı. Kalabalık şehrin içinde yalnız kalan ruhlar, kahkahalar arasında mutsuz yüzler, gürültüler arasında sükût etmiş diller ve karışık nağmeler arasında sağır kulaklar, kurşunî bulutlar arasında açılmayan kanatlar, yürümeden yorulan ayaklar, zor belâ alınan kirli nefesler vardı orada.

      Daha önce yalnızca radyodan duyduklarıyla, gazeteden okuduklarıyla ve kısmen de televizyondan gördükleriyle vâkıf olduğu şehrin her yerini tanımak, gözlemleyip yeni bir ruh hâline bürünmek arzusuyla dolaşıyordu; kimi aydınlık, kimi süslü, kimi karanlık, kimi de sönmüş ruhların figan ettiği sokaklarda. Dünya gözüyle gördüklerinin daha doğru, can kulağıyla dinlediklerinin daha hakiki olduğunu kavradıkça ruhunun derinliklerinde fırtınalar esiyordu. Sanat ve kültür etkinliklerinin her birinin birer ders olduğunu, sinemanın ve tiyatronun bir seyirlik eğlenceden çok insana yeni bakış açıları kazandıran etkili bir araç olduğunu anlayıp kavramaya başlamıştı İlhan.

      Önceleri çekinerek girdiği kitapçılarda raflardaki bütün kitapları okuyasım geliyor diyor; hele şu kıyıda köşede kalmış, tozlanmış kitapları yetim çocukların başını okşar gibi sevmek lazım geldiğini düşünüyordu. Dersten sonra fırsat buldukça uğradığı kitapçıların, sahafların tanıdığı sima olmaya başlamıştı… Okuduğu eski kitaplar arasında bazen okuyucunun notlarında ilginç sözler bulur; onlara gülerdi. Hele de altı çizilen cümlelerin gerçekten değerli olup olmadığını merak ediyor, böylece okuyucunun gerçekten anlayarak okuyup okumadığını fark etmeye çalışıyordu. Arada bir kitapların arasından çıkan küçük pusulalardaki notlar da yazılan sözlerin bile bir gün kıymete bineceğini sahaftan duyunca çok şaşırmıştı…

      Ankara’nın nimetlerinden faydalanmak için her dakikasını boş geçirmemeye çabalıyordu. Ankara Türk Ocağı Salonunda her ay düzenlenen Klâsik Türk Müziği ve Türk Halk Müziğinin çok değerli üstatlarının ve koro şeflerinin yönettiği, hanende ve sazendelerinin icra ettiği eserleri dinleyerek musikinin zevkini tadıyor, kendini geliştirmeye çalışıyordu. Zaman zaman eşlik eden arkadaşlarıyla musiki ve sanat gecelerini ihmal etmeden ikinci bir üniversiteye devam ediyormuşçasına ciddi bir tavır içindeydi İlhan. Konservatuvar öğrencilerinden tek farkı, onlar gibi mezun olup diploma alamayacak olmasıydı. Öğrenmeye hevesli olduğu çalgılar ut ve tamburdu. Aldığı devlet bursu ve babasından gelen harçlıktan “Biriktirdiğim parayla ut alırsam kursa giderim ve musiki eğitimine bir heveskâr olarak başlamış olmanın hazzını da yaşamış olurum.” diyordu kendince. Cebeci’deki müzik âletleri dükkânına her gidişinde biriktirdiği paranın yetmediğini görüp üç beş ay aradan sonra yeniden aynı hayal kırıklığını yaşıyordu. Nihayetinde bu ut veya tambur alma konusu içinde bir ukde olarak kalacağına çaresizce inanmıştı. Musikiye olan sevgisinden dolayı bu alanda çok güzel ve belli bir düzeyde birikime de sahip olmaya başlamıştı. Klâsik Türk Edebiyatı derslerindeki mazmunları ve Divan şiirinin sanatlı ve ahenkli anlatımını kavramasının da önemli tesiri vardı. Kelimelerin, terkiplerin, mısraların ve beyitlerin manasının derinliği içinde mânâ âleminin semalarında ruhen dolaşıp huzur içinde bir haneye konuyordu. Konserlerde satılan plak ve kasetler içinde gözü gibi sakladığı ve gönlünü ve ruhunu huzur içinde hissettiğinde Itrî’nin “Tekbir’ini ve Şeyh Galib’in “Fâriğ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni” adlı eserini onlarca defa bıkmadan dinliyordu. Hacı Arif Bey’in suzinak makamındaki “Gözümden gitmiyor bir dem hayalin/ Meleksin ey güzel yoktur misâlin/ Beni ağlatır derd-i visâlin…”, şarkısı ve daha birçok eseri dinlemekten ya da ara sıra kendince meşk etmekten büyük haz duyuyordu. İlhan’ın müzik zevki yaşıtlarından çok farklıydı.

      İlhan, dil ve edebiyat öğrencisi olarak sınıf arkadaşlarıyla -bir ikisi hariç- seviyeli, mesafeli ve özenli bir diyaloğu vardı. Bu da onu, etrafında gizemli bir insan kılıyordu. Kimilerine göre ciddi, kimilerine göre ağırbaşlı, kimilerine göre fazla gururlu görünüyordu. Az konuşması, daha çok dinlemesi, fazla esprili ve şakacı olmaması da onu birçoğundan uzak tutan sebeplerden olabilirdi. Derslerde az da olsa söz alıp soru ve yorumlarıyla bir miktar dikkat çeken İlhan’a cesaretle yaklaşıp onu anlamaya çalışan arkadaşlarından biri Elif’ti. Elif’le İlhan’ın dünya görüşü, hayat tarzları ve geleceğe bakışları tamamen farklıydı. Bu kadar zıtlık içinde ortak özellikleri de sanatseverlik çerçevesinde tiyatro, sinema, resim ve musikiye olan ilgileriydi. Arada bir, teneffüslerde yan yana oturup hafta boyunca seyrettikleri film, dinledikleri konser ya da Zafer Çarşısındaki resim sergilerini yorumlayarak birbirlerini daha iyi anlamaya çalışıyorlardı.

      Elif, orta öğretim döneminde ailesinin ve çevresinin etkisinden çok öğretmenlerinin etkisinin izlerini taşıyan biriydi. Nispeten zengin sayılabilecek maddî güce de sahipti. Zaman zaman İlhan’ı da konserlere, sinemaya ve tiyatroya davet ediyor, her etkinliğin ardından oturdukları pastanede veya bir parkta saatlerce yorum yapıyorlardı. İki zıt karakter, sık sık bir fakülte kantininde ve kütüphanede de bir araya geliyordu. Her sabah fakülteye adım atar atmaz ikisinin de gözleri birbirini arıyordu. Buluşamadıkları zaman bir boşluk hissediyor ve buluştuklarında yüzlerinde güller açıyordu.

      Elif, son dersten çıkıp eve dönerken mutlaka İlhan’a esenleme sözlerini söylüyor, ertesi gün buluşacakları yeri söylüyor ve “Sakın kaybolma! Anlaştığımız yerde buluşalım” diyordu. Öğle yemeği saatinde yemekhanedeki yemek, sevmediği bir yemek ise dışarda mütevazı bir lokantada yemeyi tercih ediyordu. İlhan, Elif’in “Dışarda bir yere yemeğe gidelim.” teklifinde bulunduğunda cebindeki harçlığın miktarına göre davranıyordu. Kız arkadaşının hesap ödemesi prensiplerine aykırı geliyordu. Her defasında bu tartışmadan rahatsızlık duyuyordu. Elif ise bu durumu fark ettiğinde yemeğe çıkarken İlhan’ın cebine iki kişilik yemek parasını ısrarla koymaya başlamış; “İkimiz de öğrenciyiz, benim davetlimsin ama hesabı bu şekilde ödersek daha iyi olur.” dediğinde İlhan, kız arkadaşını kırmamak ve onun ısrarlarına dayanamadığı için kerhen kabul ediyordu.

      Elif’le İlhan’ın bu samimi dostluğu neticesinde ders notlarını ve bilgileri paylaşmaları, okudukları kitapları birbirlerine vermeleri rutin hâle gelmişti. Sıkı bir arkadaşlık ilişkisi çerçevesinde yılları kovalamaya devam ediyorlardı. Yaz tatili döneminde birbirlerine duydukları özlemi dile getirmek için sık sık mektuplaşıyorlardı. Bu mektuplarda tamamen arkadaşlık duygularını dile getirmekten, tatil döneminde yaşadıklarından haberdar etmekten başka bir şey yoktu. Elif, tatil boyunca kendisinden iki yaş büyük resim öğretmeni olan ablası Şengül’e ve annesi Ayşe Hanım’a İlhan’dan bahsetmediği gün yoktu. Gelen mektupları da sesli olarak kahvaltıda veya yemek esnasında okuyor ve ‘Ne kadar da duygulu ve samimi yazmış değil mi?’ diyerek aile efradının da onayını almak istiyordu. İlhan, Elif’ten gelen mektuplarla mutlu olsa da bunu paylaşabileceği kimse yoktu çevresinde. Yakında tanıştığı liseli kız Canan’a yavaş yavaş ilgi duymaya başladığı günlerde Elif’ten ona söz etmek pek de hoş olmaz diye düşündü. Yaz tatilinin bitmek üzere olduğu günlerde Canan’a ‘Ankara’ya gittiğimde ara sıra sana mektup yazsam bana cevap yazar mısın?’ demeye karar verdi. Ancak Canan’la konuşmak için buluşmak deveye hendek atlatmaktan zordu. Telefon ettiğinde karşısına çıkacak