Muhittin Gümüş

Yırtık Ayakkabı


Скачать книгу

Bu mektubu bile saklamam zor olacakken kendimi nasıl gizleyip de görüşeceğim İlhan’la? Mümkün değil… Zaman iyi bir ilaçtır.” dedi. Ardından da mektubu kitapların arasına sakladı ve çok tedirgindi. Maazallah yakalanırsa birçok yaptırıma uğrayacağını biliyordu. Bu konuda en iyi örnek ablasıydı. İlhan, beklediği cevabı alamadığı için Canan’ı uzaktan da olsa son bir kez görmek istiyordu. Bütün gayretlerine rağmen bu da gerçekleşmeyince hafif bir hüzün çöktü içine. O artık aklındaki ve hayalindeki müstakbel sevgili olmalıydı. Görüşmek başka bahara kalmıştı böylece…

      Sabahın erken saatlerinde Ankara’ya yola çıkarken gözü arkada kalsa da bir yandan da sevgili arkadaşı Elif’le özlem gidereceğine seviniyordu. Onunla konuşmayı, dertleşmeyi hatta onunla tartışmayı bile özlemişti İlhan. Kafası karma karışık durumdaydı ve bütün yol boyunca hep kendi iç dünyasındaki fırtınaları dindirmeye çalıştı.

      Elif’le fakülte bahçesinde karşılaştığında onu ne kadar özlediğini biraz daha çok hissetti. Her zamanki gibi haftalık etkinlik programını belirlemek için tiyatro salonlarının açılmasını, salon konserlerinin başlayacağı zamanı beklediler. ‘Şinasi Sahnesi’nde ve Büyük Tiyatro’da neler var acaba?’ diye Kızılay’daki duyuru panosuna kadar yürüdüler. Akün Sineması’na gelen yeni filmlerin de tanıtım afişleri vardı. Şener Şen’in başrolünü oynadığı Selamsız Bandosu adlı filmin ilk seyircileri arasına girmek için heyecanla Kavaklıdere’ye koşar adımlarla gittiler. Film, farklı bir konuyu işliyor ve Şener Şen gibi bir usta komedyenin her zaman alışılmış filmlerinden değildi. Halkın devletten beklentilerini, bir belde belediye başkanının halkla birlikte neleri yapıp neleri yapamayacağını, imkânsızlıklara rağmen azimle nasıl bir sonuç alınacağını traji-komik bir vaziyette anlatan filmdi. Sinemada Elif, film seyrederken arada bir İlhan’ın yüzüne bakıyor ve “Özlemişim gerçekten seni arkadaş… Biraz yanmış, biraz da zayıflamışsın.” dediğinde İlhan sadece tebessüm ederek karşılık veriliyordu.

      Öğrenciliğin son yılında İlhan, derslerden fırsat buldukça klâsik Türk musikisi alanında nota ve şan dersleri alıyordu. Ankara radyosunun değerli sanatçılarıyla öğrenci üstat ilişkisini istikrarlı bir biçimde geliştiriyordu. Elif ise, roman okuyarak, düzenlenen öğrenci münazaralarına katılıyor; dil, edebiyat, sanat, medeniyet konularında düşüncelerini paylaşıyordu. Arada bir sınıf arkadaşlarıyla kültür turizmi maksadıyla yakın bölgelere gidiyor, bu gezilere İlhan’sız gittiği her seyahatte canı sıkılıyor, asabileşiyordu. Kendisi de bu durumu İlhan’a anlatıyor ve sürekli katılmasını istiyordu. Son kez gittiği Yedigöller gezisinde de konuşacak, içindekileri dökecek, derunundakileri anlatacak kimse olmayınca gezideki bütün turistlere küskünmüş gibi bir hâl içinde dönmüştü Ankara’ya.

      İlhan’ın aklının bir köşesinde hep Canan vardır. Çok az tanıdığı hâlde İlhan’ı Canan’a çeken bir şeyler var fakat bunu İlhan da tam ifade edecek bir söz bulamıyordu. Ona yazdığı iki üç mektuptan ancak birine cevap alıyordu. Aldığı mektubu günlerce cebinde gezdiriyor, sonra kilitli çantaya koyduktan sonra yenisini bekliyordu. Arada bir telefon etse de pek fazla konuşma imkânı olmuyordu. Her defasında birkaç dakika içinde kısa ve hâl hatır dışında konuşulacak söz bulamıyorlardı. İlhan, Canan’ı hayal ederken ona şunları dile getirmek istiyordu:

      Canan’ım… Senin ay yüzünden saçılan o güzel, ela gözlerinin ışıltılarından aldığım ilham, gözlerimin güneşten korunurken aldığı hâldedir âdeta. Seni gördüğümde rüya âleminde uçan halıyla bulutlar üstünde hissediyorum kendimi. Yüreğimi yakan ateş ve o kalp kıpırtıları biraz sonra çarpıntılara, içimde esen meltemler fırtınaya, kasırgaya dönüşmektedir. Anlıyor musun beni? Aldığım mektuplarında bana yazdığın her harfin, her kelimenin ve her cümlenin içinde denizler kadar zengin ve cömert anlamlar buluyorum. Gönlümü öyle şad ettin ki, tekrarı bana haz verir.

      Elif’in öğrenciliğin son zamanlarında İlhan’a olan yaklaşımının ve ilgisinin sıcaklığını kendisi kadar arkadaş çevresi de hissediyordu. İlhan ise soranlara “Biz sadece arkadaşız. Aramızda başka bir şey olamaz. Asla mümkün değil!” diyordu. Elif’e bu hususta soru sormaya, yorum yapmaya kimsenin cesareti yoktu. Çünkü kendi hissiyatı konusunda laf edilmesine, yorum yapılmasına, herhangi bir suizanda bulunulmasına izin vermeyeceğini onu tanıyanlar çok iyi biliyordu.

      İlhan’ın musiki dersleri hızla devam ederken bir yandan da öğrencilik yıllarının sonu yaklaşmış, final sınavları ve “Geleneksel Vefa Gecesi” programından sonra herkes elveda öğrencilik diyecekti. Vefa Gecesi; Tarih ve Türkoloji Bölümü öğrencilerinin ilk mezunlarını verdiği 1939 yılından başlayarak -bazen aralıklarla yapılmış olduğu için- “40. Vefa Gecesi” olacaktı. Bu geceye emekli olmuş hocalara vefa, saygı ve kadirşinaslık göstermek, hayata tutunmalarını sağlamak niyetiyle yılda bir kez de olsa öğrencilerle, yeni kuşaklarla buluşmalarını sağlamak amacıyla iki bölümün son sınıf öğrencilerince ortaklaşa düzenlenmekteydi. Vefa Gecesi’nde yıldızı parlayan her öğrenci, mutlaka güzel sürprizlerle karşılaşırdı. Gece’nin eski yıllara oranla daha çok katılımlı olacağa benziyordu. Üniversitenin üst düzey yöneticilerinin de katılabileceği haberi herkesi heyecanlandırmıştı. Öğrencilerin de bu gece vesilesiyle mezun olduktan sonra buluşacakları öğretmenlik sınavı belki de son buluşma günü olacaktı.

      Elif, son sınavların ardından İlhan ve arkadaşları “Geleneksel Vefa Gecesi”ne sıkı bir hazırlık yaptı. İlhan, Elif’in uyumlu kıyafetiyle, saç sitiliyle, takıları, çantası ve ayakkabısıyla baştan ayağa güzelliğiyle gecenin yıldızı olmaya aday değil; kabul edilmiş tek güzeli olacağından emindi. Gecenin özel konuğuymuşçasına salona girdiğinde herkesin gözü Elif’e takıldı. Elif de gülücükler dağıtarak arkadaşlarını selamladıktan sonra orta bölümde oturan hocalara ve eşlerine de selam verdi ve hemen gözleri İlhan’ı aradı. Aniden karşısında görünce “Nereye oturacağız?” der gibi bir işarette bulundu. Elif’in tarifsiz güzelliği karşısında şaşkın bir hâlde onu izleyen İlhan’ın, dalgalı simsiyah saçların çevrelediği ay gibi bir yüzün ortasında zümrüt yeşili gözlere takılmıştı gözleri. Başında bir kâinat güzeli tacı yoktu ama taçtan daha kıymetli beyni, zihni ve aklı vardı. İlhan’ın şaşkınlığını anlayan Elif, koluna girdi ve “Hangi masaya oturuyoruz İlhancığım? Neden bu kadar şaşkınsın?” dedi. Sahneye ve protokoldekilerle öğretim üyelerinin oturduğu masaya yakın bir yere karşı karşıya oturdular. İlhan’ın yanında can dostu ve özel misafiri hukuk öğrencisi olan Mustafa vardı. Mustafa’nın sağında ise kız arkadaşı Hatice oturuyordu. Elif’in yanındaki iki kişilik yer ise kendisinin İlhan’la tanıştıracağı sürpriz konuklar için ayrılmıştı. Bunu İlhan da merak ediyordu ve söyletmek için ısrar etse de Elif “Hayır! Söylersem sürpriz olur mu hiç?” diye cevap veriyordu.

      Vefa Gecesinin sunucuları geceye katılan hocaların hocası olan değerli bilim adamlarını tek tek takdim ettiler ve alkışlattılar. Emekli hocaların isimlerini duyanlar:

      – Aa.. Bu falanca kitabın yazarı hoca demek ki… İsminden kocaman bir adam olduğunu sanıyorduk, meğer ufak tefek birisiymiş… vb. yorumlar yapılıyordu.

      Dekan, Bölüm Başkanından sonra İlhan’ı ve Elif’i sahneye birlikte davet edip bütün öğrenciler adına duygu ve düşüncelerini ifade etmelerini istediler. Hitabeti güçlü, etkili ve güzel konuşmasını bilen İlhan, kendisine uzatılan mikrofonu Elif’e vererek centilmenlik yaptı ve onun sözlerinden sonra konuşmayı tercih etti. Elif konuşurken onun heyecanını titreyen sesinden anlıyordu İlhan. Diğer yandan da süzgün bakışlarını da ayıramıyordu üzerinden. Onlar sahnedeyken masalarındaki boş iki koltuğa gelen Elif’in