ittin Gümüş
Kalemin İzindekiler…
KALEMİN İZİNDEKİLER…
Billûr Anne, ilgilendiği herkeste derin izler ve tesir bırakan; eli maharet, dili letafet ve belagatle süslü, gönlü zengin, ufku aydın, çevresinde saygın, seçkin ve bilge bir kadındı. Babaanne, nine gibi hitaplar yerine torunları ona Billûr Anne derlerdi. Öğretmenlik özlemiyle olsa gerek okula yeni başlayan torunu Semra’nın zihnine hitap eden, ufkunu açmaya yarayan ve merak uyandıran sorular sorardı. Okuldaki öğretmenin öğrettiklerini denetlemek veya torununu sınamak için de değildi aslında Billûr annenin soruları… Semra, onunla her konuşmasında mutlaka farklı ve yeni bir şeyler öğrenmiş olduğunu gün geçtikçe fark ediyordu. Okuldaki başarısına Billûr annesinin katkısını öğretmenleri ve arkadaşları da anlamış; yeri geldikçe -bazen de şaka olsun diye- “Bu hususta Billûr Annemiz ne düşünüyordur acaba?” diyenler de oluyordu elbette. 1869’da kurulan Dârulmuallimât-ı Âliye’den yani Yüksek Kız Öğretmen Okulu’ndan 1924 yılında mezun olduğunu, 40 yıl öğretmenlikten sonra kendini cemiyet işlerine adayarak Hamiyetperver ve Müşfik İnsanlar Vakfının da fahri başkanlığı yaptığını Billûr Annenin cenaze töreninde yapılan konuşmalardan öğrenmişti Semra… Bütün aile efradı ve komşular böyle akıllı, bilgili, münevver, çalışkan ve kız çocuklarının eğitimi için ömrünü vakfeden asil bir kadının yokluğuna nasıl alışacaklarını düşünüyorlardı. Semra da onun okul hatıralarını bir hikâye tadında dinlediği akşam sohbetlerini; hayat tecrübelerini, tavsiyelerini, geçmişten geleceğe dair dünyaya bakışını daha bilinçli olarak yorumlamaya başlamıştı. Asıl hayat derslerini ondan aldığını Üniversiteye hazırlanırken daha çok anlamıştı. Semra yalnız kaldığında Billûr Annenin odasına girip çerçevelenmiş fotoğrafına bakarak konuşup güya hasret giderirdi:
– Billûr Annem! Özledim seni… Daha şunun şurasında on on bir yıl öncesinde ilkokuldaki ilk günlerimde gözlüğünün üstünden bakarak bana sordukların geldi aklıma. Okuma yazmayı yeni sökmüştüm. Önce beni çok sevdiğini söyledin, ardından da yanına oturttun. Şaşkın bakışlarımla acaba benden ne isteyeceksin diye beklerken aramızda bir konuşma geçmişti; unutmadın değil mi? Mutlaka hatırlarsın canım… Demiştin ki:
– Güzel kızım! Sana bir sorum var… Okumak için önce ne gereklidir? demiştin. Ben de:
– Kitap gerekli Billûr Anne…”
– Kitaptan önce yazı gerekmez mi?” Yazılmayan şey okunur mu ayol? Yazı icat edilmeseydi kitap olur muydu?
– Henüz İlkokula yeni başladım ben Billûr Anne…
– Yazı olmasaydı, yazmak ve dolayısıyla okumak diye de bir şey olmazdı ay kızım…
Hmm… Büyünce öğrenirim!
– Gül tenli meleğim! Her şeyi büyüyünce değil; büyürken ve büyüdükçe öğrenmelisin. Sen lüzumsuz bilgileri kendine yük etmeyesin! Hayatta sana gerekli olacak bilgilerle donanıp, aklınla başarılı olacaksın… Şimdi söyle bakalım bana… Kalem, kitap, defter ve silgi… Bunlardan hangisi önce icat edilmiştir?
– …..
– Kâğıt demeliydin defterden, kitaptan önce! Silgi çok sonra…
Billûr Anne, cevabını hemen istemediği sorularla küçük Semra’nın zihninde şimşekler çaktırıyor; sorgulayarak kavramanın, farkında olarak anlamanın da yolunu açıyordu böylece…
Çocuk dimağıyla tam kavrayamadığı birçok soruların derinliğini delikanlılık çağında çözmeye başlamıştı ama yine de bazı soruların cevapları tatmin edici değildi. Semra, Billûr Annesinin sorduğu her şeyi ezberlemişçesine aklında tutuyor ve mantık çerçevesinde değerlendirmeye gayret ediyordu. Her yıl her aşamada soruların nitelikleri değişiyor, yaşına ve gelişim sürecine göre kitaplarda cevabı olmayan sorulara muhatap oluyordu. Onuncu sınıfı bitirdiği yıl aniden kaybettiklerinde aslında en büyük hayat bilgisi ve hayat felsefesi öğretmenini de kaybettiğini son sınıfa başladığı gün anlamıştı. Onun:
“Yazıdan önce düşünce olmalı… Bir de dili olmalı insanın… İnsanın zengin ve yüksek medeniyetini aksettiren bir dili olmalı…. Dil olmazsa düşüncenin kıymeti, düşünmenin anlamı olmaz ay kızım! İnsan zihnini, dimağını, düşünce dünyasını neler geliştirir, biliyor musun?” demişti en son sohbetinde… son sorusuydu bu bana.
İç huzuruna kavuşmak için, içindekileri anlatacak birini aradığında Billûr Annesine anlatmaya alışmıştı. Semra Üniversiteye giriş sınavından önce Billûr Annenin odasına girdi en son torunlarına bayram hediyesi dağıtırken çektirdiği fotoğrafın karşısına geçti ve duygulu bakışlarını çevirdiğinde beyazlar içinde narin vücudu, nazik elleri ve bembeyaz tülbendinin altında nurlu çehrenin merkezinde simsiyah bir çift gözden saçılan mutluluk pırıltılarıyla insana ilham veren bir hanımefendi duruyordu. Seksen yaşını geçtikten sonra bile yüzündeki gamzesi yıllara meydan okuyor; canlılığını kaybetmemiş, tereddütsüz ben hâlâ güzelim dedirtiyordu. Semra bu defa yutkundu ve biraz da cesaretini toplayarak biraz uzun konuşmama müsaade eder misin Billûr Anne? Beni dinlemeyi severdin biliyorum. Diyeceğim şu:
– Altın kalpli büyük kadın Billûr Annem… Üniversiteli olmaya hazırlandığım şu günlerde ne kadar lâzımsın bana biliyor musun? Terazinin bir kefesine senin bildiklerin, diğer kefesine de bütün ders kitaplarım, ansiklopedilerim, sınav dergilerim konsa; vallahi Billûr Annem senin bilgin ağır basardı. Torunun olmak kadar öğrencin olmak da güzeldi… Biraz geç fark ettim ama olsun… Artık senin izinde, senden daha ileri yürümek için çalışmalıyım. Belki de duyarsın diye ara sıra konuşurum seninle, olmaz mı? Sağ ol Billûr Annem! Yaşasaydın benim için neler yapmazdın ki? Senin her sözün bana dua gibi huzur verirdi. Yarın sınava gireceğim ve senin torunun olmaya lâyık biri olduğumu kanıtlayacağım… Bunu gönülden istiyorum. Şimdilik bu kadar yeter… Başını şişirmedim değil mi? Ruhun şad olsun Billûr Annem. Allah rahatlık versin…
Semra, Billûr Annesinin rüyasında kendisine ettiği hayır duaları, söylediği başarı dilekleri ve tatlı sözleriyle uyanmıştı. Huzurlu ve rahat hissediyordu kendini. Sabahın erken saatlerinde hayatının en önemli sınavına gitmeden önce mükellef bir kahvaltı yapmanın yararlı olacağını düşündü. Artık üniversiteli olmanın heyecanını yaşamak istiyordu. Babasının mesleğinden gelen ciddiyeti ve disiplini ona da sirayet etmiş, sükûnet onun sıfatı, ağırbaşlılık ise temel karakteri olmuştu ama Billûr annenin tesirini hep ayrı tutmak gerekiyordu. Çayını yudumlarken bir taraftan da tercih formunu göz ucuyla son bir kez daha kontrol etti ve “Hadi eyvallah, ben çıkıyorum! Sınava iki saat zaman olsa da bunun bir saati zaten yolda geçer, o zamana kadar da ancak girerim.” dedi. Evdekiler de Semra’ya başarı dileklerini sunarlarken ondan daha heyecanlıydılar. İlk evladın ilk başarısını, ilk heyecanını ve bütün ilkleri onunla yaşayan, tadan, hisseden ebeveyn olmak pek kolay değildi elbette.
Her üç yılda bir farklı bir coğrafyaya, farklı bir okula gitmek, değişik komşu ve arkadaşlar edinmek; eskileriyle yenileri arasında bocalayıp durmak, kırılmasınlar diye arada sırada da olsa arayıp onları memnun etmek için saatlerce posta idaresinden telefon bağlantısı beklemek kolay sayılmazdı. İlkokul, ortaokul, lise derken bütün eğitim hayatının son dönemecinde Semra’yı sevindiren ve içinden geçirdikleri öyle şeyler vardı ki:
– Üniversiteyi Ankara’da okursam sürekli seyyah olmaktan kurtulacağım ve böylece sabit bir yerde ikamet edeceğim. Göçtükçe eskiyen ev eşyalarından, her gittiğimiz yerdeki lojmanda farklı odalarda uyumaktan, bazen göz kırpmadan sabah etmekten kurtulacağım. Daha da önemlisi de istikrarlı dostlarım, komşularım, arkadaşlarım olacak. Her veda edişimizde komşulara neler söz verdik? Onlar bize neler söylemişti? Kimi zaman terminalde karşılaştığımızda adını unuttuğumuz asker karısı teyzeler yahut onların oğlu, kızı fark etmez, işte onların hepsi… Zor durumlar, zor anlar ve zor şeyler bunlar. Değişik insanlarla tanışmak, kader birliği yapmak, bazen aynı şeylere ağlamak, aynı şeylere gülmek kolay gibi görünse de benim için gerçekten çok zor günlerdi. İçimden geçenleri söylemeyi, paylaşmayı ve çekinmeden ifşa etmeyi düşündüğüm hiçbir şey yok. Bu büyük çelişkiden kurtulmalıyım. Sınavda başarılı olursam hayatım öyle değişecek ki, bu değişikliğe ben de alışır mıyım? Alışmalıyım, alışmalıyım… Başka çare yok!
Sınav salonuna