Azize Kaya

Taç ve Divit


Скачать книгу

var. Bana bak, kaçma ve seni nasıl sattığımı dinle. Maden, zannettiğin gibi verimsiz değildi. Aksine Kapital’i kandırmak için söylediğimizin iki katı rezerv vardı ocakta. Ve ben Kapital’e satmadım madeni. Senin gibi onları da aldattım ve verimlilik raporlarıyla başka bir maden üzerinden anlaşma yaptım.” dedi.

      Ali her şeyi biliyormuşçasına hareketlerine devam etti. Montunu giyip kapıyı açtı. Koridora çıkıp asansörün düğmesine bastı. “Seni bu hâle getirdiğim için üzgünüm. Avukat yarım saat içinde burada olacak. Her şeyi ona anlatırsın.” dedi ve gelen asansöre bindi. Yılmaz sinirden köpürüyordu. Ali’nin peşinden evden çıktı. Asansörün kapısını yumruklamaya başladı.

      “Kaçamazsın, beni dinlemek zorundasın. Ben artık bir iş adamıyım. Tıpkı senin gibi acımasız, zeki ve her şeyi pazarlayabilecek bir iş adamı.” Hırsını alamadı. Eve girdi kapıyı çarptı ve avukatı beklemeye başladı. Yaptıklarından haberdar mıydı Ali? Yoksa yine mi aldatılmıştı? “Olamaz, yeniden aptal yerine koymasına izin vermeyeceğim.” diye bağırıp odadaki eşyaları kırıp dökmeye başladı. Bir süre sonra siyah takım elbiseli avukat geldi. Çantasından çıkardığı dosyaları Yılmaz’ın önüne koydu ve onları imzalamasını istedi. Yılmaz titreyen ellerini saklamaya çalıştı. “Sahtekârlar! Arkamdan ne çevirdiniz. Söyle.” diye bağırdı. Avukat sakin olmasını ve belgelere göz atmasını istedi. Yılmaz tedirgindi, neyle karşılaşacağını kestiremiyordu. Madeni kendi üzerine geçirmişti ve buradan gelecek para onun garantisiydi. Tüm bunları Ali’den habersiz ince ince planlamıştı. Tam da hem Kapital’den hem de Ali’den intikam aldığını düşündüğü bir zamanda ne olabilirdi ki? Ali ile iş yaptığı için kendinden nefret etti. O her şeyi yapabilecek bir adamdı sonuçta.

      Yılmaz belgeleri incelerken avukat açıklama yapmaya başladı. “Bu rezidans ve kullandığınız araba üzerinize geçirildi. Madenin kaydı daha önceden yapılmıştı zaten.” Yılmaz’ın kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Suratı bembeyaz oldu. Karnına yumruk yemiş gibi hissetti. Nefesini toplamaya çalıştı. “Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Ali’nin yeni oyunu bu mu? Birazdan içeri girip kahkahayla gülecek aptallığıma değil mi?” dedi. Kapıyı açıp dışarıya doğru bağırdı. “Ali neredesin çık hadi! Oyun bitti!” Elindeki dosyaları yere fırlattı.

      Avukat “Sakin olur musunuz? Ali bey gitti.” dedi.

      “Ne demek gitti? Nereye?”

      Ali bey tüm bu işlemlere haftalar öncesinde başlamıştı zaten. Ayrıca madenin veriminden de ondan gizli yaptığınız planlardan da haberdardı. Buna rağmen her şeyi size devretti.”

      “İyi ama neden?”

      “Bilmiyorum, bu zarfı vermemi söyledi. Belki orada nedenini açıklıyordur.”

      Yılmaz koltuğa oturdu. Eliyle yüzünü ovaladı ve derin bir nefes alarak zarfı açtı. İçinde kısa bir not vardı.

      “Hani sen bana ‘Kaybedince öğrendiğin tek şey kaybetmek olmuyor.’ demiştin ya. Kazanınca da öğrendiğin tek şey kazanmak değilmiş Yılmaz. Artık ne av ne de avcıyım. Sana bıraktıklarım, bana hatırlattıkların için… Umarım bir gün beni gerçekten affedebilirsin. Ali.”

      KAHVE ve LÂLE

      Yine kâbuslarla uyandı. Ter içindeydi. Doğruldu ve etrafına baktı. Tek pencereli odasındaydı. Oysa daha biraz önce sekiz yaşındaki hâliyle Amsterdam havaalanında bir başınaydı. Kavruk siyah bir oğlan… Elinde küçük bir çanta… İçinde alelacele konulmuş birkaç kıyafet… Etrafta koşuşturan insanlar… Dev ekranlara yansıtılan sayılar ve sefer bilgileriyle yanıp sönen ışıklı panolar. Art arda yapılan anonslar… Tanıdık kimse yok. Bir başına küçük Ömer sanki olduğu yere çivilenmiş de etrafındaki her şey hareket ediyor. Birden uzaktan bir ışık görüyor. Lâle’nin beyaz yüzü… Altı yaşında… Ağabey diye koşuyor. Çok yakınlar ama bir türlü kavuşamıyorlar. Aniden birisi bileğinden kavrayıp kucaklıyor. Sanki bir un çuvalı gibi… Ömer, sadece bakıyor. “Lâle, Lâle…” diye bağırmak istiyor. Ama sesi çıkmıyor.

      Her sabah saat 06.00’da kâbuslarla uyanmaya başladığından beri alarm kurmaktan vazgeçmişti. Yataktan çıktı. Banyoya geçip elini yüzünü yıkamak istedi. Nefret ettiği aynayla yeniden yüz yüze geldi. Dünyadan yok olmasını istediği şeylerden biriydi bu aynalar. Baktığında hep geçmişle karşılaştığını düşünürdü ve geçmişin hesabını kapatmak için beklediği gün gelmişti artık. Belki de geçmiş diye bildiği şey sadece bir yalandan ibaretti. On sekiz yaşına girdiği bugün aynada uzun saçlı, esmer, yakışıklı hâlinin yanında beliren; subay tıraşlı sekiz yaşındaki küçük oğlanla benzeştikleri tek şey kara üzüm gibi gözlerdi ve o gözlerde insanı içine çeken derin bir boşluk vardı. İşte bu yüzden sevmezdi aynaları. Elini yüzünü yıkadı. Üzerine özensizce, siyah bir kot pantolon ve siyah tişört geçirdi. Evin direk bahçeye açılan arka kapısından sessizce çıktı.

      Bisikletine binerek dik çatılı evlerin, pencere kenarlarındaki çiçeklerin etrafından şehri ikiye bölen kanala doğru ilerledi. Her sabah yaptığı gibi kanalın yanından bisikletle geçti. Yolun karşısındaki çiçekçiden bir demet lâle alıp iki sokak ötedeki kafeye geldi. Bisikletini dar kaldırımdaki demir korkuluğa bağladı. Kafenin geniş cam kapılarını açarak sonuna kadar dayadı. Siyah önlüğünü beline taktı. Tezgâhın arkasına geçerek kavrulmuş kahve çekirdeklerini çekmeye başladı. Bir anda etrafı kahve kokuları sardı. Yarım saate kalmaz işe gidenlerin, kâğıt bardaktaki kahveleri almak için kuyruk olacağını biliyordu. Acele etti. Kahveler pişerken lâlelerin demetini çözdü. Saplarını kısaltıp her masaya birer tane bıraktı.

      Bu lâleler duvarları ve tavanı siyah boyalı kafenin tek rengiydi. Ömer ve lâleler, gurbete çıkmış iki kader ortağıydı sanki. Kokusu yoktu ama kahve kokusunun olduğu bir yerde başkasına da ihtiyaç yoktu. Ama onun lâlelere olan düşkünlüğünün başka bir sebebi vardı. Amsterdam’a getirildiği günden beri bağ kurduğu şeylerden biriydi lâle. Diğeri ise kahve… Lâle onun en büyük özlemi ve acısı, kahve kokusu ise çocukluğuydu. Bu kahve dükkânında çalışmasının nedeni de buydu. Çocukluk hatıralarıyla mutlu olanlara karşı, masum bir kıskançlık beslerdi. O, hayatının en büyük hatasıyla çocukluğunu yitirmişti. Hatırlamaktan vazgeçemediği anılarını bir kahve fincanı içindeki lâleyle mühürlemişti sanki. On yıldır bugünü bekliyordu. Yeni bir sayfa açmak için hesaplaşmaya, af dilemeye ve hatta affetmeye ihtiyacı vardı. Belki bu yüzden anıları artık hiç peşini bırakmıyordu.

      Gün boyu çeşit çeşit kahve yaptı. Kimini sütle köpürttü, kimine uzun plastik kutulardan krema sıktı. Zihni ise sekiz yaşından beri ona ana babalık yapan dayısı ve yengesine Türkiye’ye gideceği haberini nasıl vereceğiyle meşguldü. Uçuşu gece yarısıydı. Patronuyla öğlen mesaisini bitirip çıkmak üzere anlaşmıştı. Arkadaşlarıyla vedalaştı. Bisikletine binerek eve doğru yola çıktı. Her zaman yaptığı gibi bahçe kapısından içeri girdi. Dayısı ve yengesinin salondaki doğum günü hazırlıklarını gördüğünde işlerin daha zorlaşacağını hissetti. Masada kurabiyeler ve içecekler, duvarlarda ise doğum günü kartları vardı. Karı kocanın heyecanlı hazırlıkları Ömer’in seslenmesiyle son buldu. “Ben geldim.” Kadın şaşırdı. “Sen bu saatte gelmezdin. Bütün sürprizi mahvettin.” dedi. Ömer gönüllerini almak için ikisine de sarıldı.

      “Önemli değil. Ben her şey için teşekkür ederim. Bana kucak açtığınız ve hep sevdiğiniz için…”

      Tüm bunları söylerken ağlamamak için arada bir yutkunuyor ve hızlı hızlı nefes alıyordu. Adam