Azize Kaya

Taç ve Divit


Скачать книгу

Asla, asla müsaade etmem. Gidemezsin.”

      Ömer, bu denli bir tepki vereceklerini tahmin etmemişti. Ama hayatını borçlu olduğu bu insanlara kararlı olduğunu göstermek zorundaydı. Yengesinin başını elleri arasına aldı ve gözlerine baktı:

      “Sizi çok seviyorum. Yıllardır benim için neler yaptığınızı biliyorum. Siz annesinin bile istemediği bir çocuğu, üstelik katil bir çocuğu bağrınıza bastınız.”

      Dayısı, Ömer’in bunu bir daha telaffuz etmemesi için elinden geleni yapsa da bir türlü başaramamış, Ömer’i suçlu psikolojisinden kurtaramadığı için de vicdan azabı çekmeye başlamıştı. Sinirlendi ve hemen lafını kesti.

      “Böyle söyleme. Sen katil değilsin. O bir kazaydı ve sen bunun bedelini ödedin. Hem neden? Neden gideceksin? Her şeyi yeniden hatırlayıp acı çekmek sana ne kazandıracak?”

      “Dayı, lütfen… İkimiz de biliyoruz Lâle’nin ölümüne sebep olduğumu. Bu hiç bitmeyen bir azap. Ben artık nefes alamıyorum. Görmüyor musunuz? Gidip her şeyle yüzleşmem, en azından Lâle’nin toprağıyla helalleşmem lazım. Belki o zaman, birazcık huzur bulurum. Hem neden bu kadar karşısınız anlamıyorum. Senden istediğim tek şey bana nerede yaşadıklarını söyle.”

      “Bizden bunu isteme oğlum, yalvarırım. Onlar seni suçladılar. Sekiz yaşındaki bir çocuğa katil muamelesi yaptılar. Bir kere olsun aramadılar. Yeniden yanlarına dönmene izin vermem. Seni bizden alacaklar biliyorum”

      Ömer dizlerinin dibine çöktü. Ellerini tuttu.

      “Bununla daha fazla yaşayamam. Bütün yüklerimden kurtulmak için gitmek zorundayım.”

      Kadın, oturduğu yerde ayaklarını sallıyor adeta tüm vücudu titriyordu. Ömer’in ellerini iteledi.

      “Dönmeyeceksin biliyorum. Bir daha asla dönmeyeceksin.”

      Ömer karşılarında dimdik durdu.

      “Başka bir yol yok. Bunu anlamak zorundasınız”

      Adam, her şeyin sonuna gelindiğini biliyordu ve sonlar hep başlangıçları hatırlardı. Başlangıçlar, hataları ve pişmanlıkları… Bu koca delikanlının babası olmaya karar verdiği günü hatırladı. Buz mavisi duvarlarıyla soğuk bir hastane koridorunda, yoğun bakım odasının önünde ağlamaktan perişan, saçı başı dağılmış ablasıyla birlikteydi. Ömer, içerde makinelere bağlı kardeşi Lâle’yi odanın penceresinden görebilmek için kocaman bir demir sandalyeyi sürükleyerek getirmeye çalışıyordu. Ablası daha fazla dayanamadı ve fenalaştı. “Allah’ım ben ne yapacağım. Biri öldü diğeri katil oldu!” deyip saçlarını koparmaya ve bağırmaya başladı. Bir anda kadının etrafını hemşireler sardı, sakinleşmesi için iğne yaptı. Usulca gözlerini kapatan kadını kıpırdamadan izleyen Ömer, ölümün ne olduğunu babasından biliyordu ama katil olduğunu o an öğrenmişti. Sandalyeyi bırakıp nereye gideceğini bilmeden koştu ve bir duvarın dibine sindi. Küçük elleriyle gözlerini ovalayıp hıçkırarak ağlamaya başladı. İşte adam, sekiz yaşında bir çocuğun bunları hak etmediğini ve bir süreliğine de olsa Ömer’i Amsterdam’a götürmesi gerektiğini o gün düşünmüştü. Ama şimdi çaresizdi. Ne olacaksa olacaktı. Hiçbir şey sonsuza kadar gizli kalmazdı.

      Karısını susturup sakinleşmesini sağladı. Zaten yapacak da bir şey yoktu. Ömer her şeyi planlamıştı. Ona engel olmaya güçlerinin yetmeyeceğini anladılar. Kadın birden hiçbir şey olmamış gibi hızla kalktı ve Ömer’in odasına girdi. Dolabın üstündeki valizi çıkardı. Sırayla pantolon ve tişörtlerini koydu. “Sen hatırlamazsın, bu mevsimde hep yağışlıdır.” diyerek montunu, “Güneş çok çıkmaz ama çıkarsa fena yakar.” diyerek de güneş gözlüğünü ve kremini koydu. Bir yandan iç çeke çeke ağlıyor bir yandan da valizi hazırlıyordu. Ömer, yatağına oturmuş hiç çocuğu olmamış bu kadının, kendisine yaptığı anneliği düşünüyordu. Valizin kapanma sesiyle irkildi ve kendine geldi. Her şey tamamdı. Vakit ayrılık vakti… Kadın ve adam defalarca sarıldı Ömer’e. Dayısı cebine küçük bir kâğıt parçası bıraktı.

      “Bu on yıl önce oturdukları evin adresi. Hâlâ ordalar mı bilmiyorum.”

      Kadın, oğlunun ardından bakakalmıştı. Ağlayarak salona geçti. Duvarlardaki resimleri söktü. Masada ne var ne yok yere attı. Adam omuzlarından yakalayıp kendine doğru çekti karısını. Bu sefer ikisi beraber hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Kadın sürekli “O bir daha gelmeyecek, anlıyor musun? Buna izin vermemeliydik!” deyip duruyor, adam ise başka çarelerinin olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Oğullarının on sekizinci yaş gününü kutlamaya hazırlanırken onu kaybetmeye bu kadar yakın olduklarını hiç düşünmemişlerdi. Umutları, Ömer’in bir gün her şeyin onun iyiliği için olduğunu anlaması üzerineydi.

      Ömer, dayısı ve yengesinin geri dönmeyeceğine dair korkularını tam olarak anlayamamış olsa da yaşattıkları için suçluluk duymaya başladı. Ama bu duyguyu pek garipsemedi. Ne de olsa alışıktı. Hatta bütün çocukluğu görünmez kelepçeler içinde geçmişti. Sekiz yaşındaki bir çocuğun küçük kardeşinin katili olduğunu bilerek yaşaması çok büyük bir yüktü ve Ömer yıllar boyunca bu yük altında ezildiğini hissetti. Havaalanına geldi. Elinde valiziyle ortalık yerde durdu. Etrafını seyretmeye başladı. Sefer takip panolarına ve etrafta koşuşturan insanlara baktı. Devam eden anonsları dinledi. Bir anda sesler uğultuya, insanlar ise sadece ışık huzmesine dönüştü. Tıpkı on yıl öncesi gibi ayaklarının yere mıhlandığını ve her şeyin etrafında döndüğünü hissetti. Tek fark artık koca bir delikanlıydı ve yanında dayısı yoktu. İçini müthiş bir korku sardı. Gitmek ve kalmak arasındaydı. Ama başka çaresi olmadığını düşündü. En azından Lâle’ye bunu borçluydu. Uçak tam vaktinde kalktı. Dakikalar içinde yükseldi ve Ömer’le onu büyüten ailesinin arasına mesafeler koymaya başladı. Belki hiç kapanmayacak, belki hep hatırlanacak mesafeler…

      Küçük bilgisayarını aldı. Planlarını yaptığı dosyayı açtı. Üç saat sonra İstanbul, oradan aktarmayla Trabzon’a geçecekti. Zaten bildiği tek şeyde buydu. Ne yaşadıkları beldeyi hatırlıyordu ne de mahalleyi. Dayısının verdiği adresin işe yarayıp yaramayacağını kestiremiyordu. Yıllardır en ufak bir iletişimleri olmadığını biliyordu. Dayısı küçükken sorduğu soruları “Öz oğlunu kabul etmeyen bir kadınla ilgili konuşmak istemiyorum.” diye cevaplardı. Bu cevapla Ömer sadece dayısının ne kadar fedakâr olduğunu değil, istenmeyen bir çocuk olduğunu da hatırlardı. Oysa neler vermezdi annesi tarafından sevilen bir çocuk olarak kalmak için. Hatta Lâle’nin yerine kendisinin öldüğünü düşlemişti yıllarca. Annesi tarafından sevilen, ölü bir çocuk olmayı ne kadar da isterdi. O zaman katil ve sevilmediğini bildiği bir hayata katlanmak zorunda da kalmazdı. Yazık ki tercih hakkı yoktu ve her doğan gün ona gerçekleri hatırlatmaya devam ediyordu. Rüzgârın çaldığı ıslıkta, yağmurun toprağa düştüğündeki ses de hep aynı şeyi söylüyordu sanki. “Katil çocuk… Katil çocuk…”

      Yol boyu ne yapması gerektiğini düşündü durdu. Amacı Lâle’nin mezarını ziyaret edip ondan af dilemek olsa da annesiyle de karşılaşacağını biliyordu. Belki hiç konuşmamak en iyisiydi. Ya da içindeki tüm nefreti kusmak… Belki annesi de pişmandı. Belki onu affetmişti. Ya Ömer annesini affedebilecek miydi? Ömer kendini affedememişken annesini affedebilir miydi? Ne çok hesaplaşacak şey var diye düşünürken uçağın İstanbul’a geldiğini fark etti. Sekiz yaşından beri Türkiye’ye hiç gelmemişti. Trabzon uçağı için henüz vakit varken havaalanında dolaşmaya karar verdi. Ait olduğu yeri tanımak istercesine her şeye dikkatlice bakıyordu. Bir kahve dükkânı gördü ve hiç düşünmeden içeri girdi. Sipariş ettiği Türk kahvesi ve lokum